19 Aralık 2014 Cuma

Sizi orospu çocukları...

Yağmaladınız, sömürdünüz her şeyi. Sizi orospu çocukları...

Sevgiyi kör ettiniz, bok ettiniz, hiç ettiniz, bitirdiniz. Nefreti orospu, öfkeyi ise onun çocuğu ilan ettiniz. Kibri tanrı, korkuyu peygamber yaptınız. Mutlu musunuz? Aaa doğru ya, sizler mutluluğu sisli dağların zirvesine atıp da geldiniz...

Sağ kalanları yaktınız, cesetleri birer birer parçaladınız. Kanları kendi alnınıza sürüp bununla gurur duydunuz. Katil, bencil, riyakar orospu çocukları sizi!

İyiliğe kötülükle, kötülüğe iyilikle karşılık verdiniz. Salaksınız, salaktınız ve hep salak kalacaksınız. Gözünüzün gördüğüne kör kütük inanmaya devam edin, umarım ölümünüz tez olur. Ölmek isteyipte ölemiyorsunuz ya, nasıl öldürmek istiyorum sizleri...


12 Aralık 2014 Cuma

Günümüzün Tanrısı: Bilgi

Doğduğum günden beri inandığım tek bir şey var, o da bilgi. Neyi bilmek istediğimi dahi kestiremezken sadece bilmek istiyordum ben. Her şeyi, herkesi bilmek istiyordum. Göremediğim, duyamadığım, bilmediğim hiçbir şey olmasın istiyordum. Dünya, evren benim zihnimde yaşasın istiyordum. Bilginin güç demek olduğuna inanıyordum. Fiziksel güçten çok daha üstün bir güç.

Öyle ki, fiziksel açıdan yıkmanızın mümkün olmadığı, tabiri caizse sağlam bir adamı mental olarak saniyeler içinde yerle bir edebilirsiniz. Eğer birinden bir şey istiyorsunuz ve yapmıyor mu? Bu isteğiniz sizin için çok önemli ve hatta hayati mi? İşte o zaman onun vücudunda ki herhangi bir yere saldırmak yerine zihnine ültimatomlar gönderebilirsiniz. Bu zihinsel işkencedir.

Büyük bir devleti, büyük bir insanı vb. tek bir bilgiyle yok edebilirsiniz. Fakat dikkatli olunmalıdır, bazen bir bilgi o kadar büyüktür ki kendiyle birlikte bizi de yok etmek isteyecektir. Bu gibi zamanlarda yapmamız gereken o bilgiden kurtulmak olacaktır, çünkü boyumuzdan büyük işlere kalkışmak harcımız değil. Tabi ki siz bunu ciddiye almayın, bu sadece bir uyarıydı. Bilgi güçtür ve saklanmamalıdır!

Hafızanızda ne tür bilgilerin olduğunu bilemem fakat hafızanızı deşin. Belki de sizin kurtuluşunuz orada yatan bilgilerde olacaktır dostlarım...


10 Aralık 2014 Çarşamba

Alışılmışlıklar

Asıl alışılmış olan yalnızlıktır, sonsuz gazaba vurulacağın büyük bir günah gibidir...

Sırtında onlarca kilo yük varken merdiven çıkan adam gibisin, düşlerine veda ettin mi? Ettin tabi ki değil mi, ettin. Keskin bir alkol kokusu geliyor odandan, ölüyor musun adamım ha? Sigaranın dumanına kendini mi sarıyorsun? Göçebe ruhun, vücudundan bir türlü göçemiyor naparsın...

Süzül ufuğun çizgisinde bir kuğu gibi, dal bu gezegenin derinliklerine, bul kendini. Yüksel, yüksel Ay ışığının görkemli parıltısında, göster riyakarlara gökkubbeni. Sarıl yıldızlara, senin olacak her şey, senin olacak herkes. Yarın sen olacaksın unutma...

Biz olalım, sen ol, o olsun farketmez. Hepimiz sonunda içimizdeki adamı kabul edeceğiz. Alışılanın ta kendisi, içimizdeki adam. Selam olsun sana...



25 Kasım 2014 Salı

Belki bir gün...

"Hadi, hadi kalk gidiyoruz!" dediğimde hiç düşünmeden, yer ve zaman sormadan, hiç sorgulamadan "Hadi kalk gidelim o zaman, ne bekliyoruz?" diyecek birisi belki de ihtiyacım olan. Hiç bilmediğim yerlere, görmediğim sokaklara adım atabileceğim biri. Gezgin ruhumu tamamlayacak, gözlerim kapalı olsa dahi elini tutup yürüyebileceğim biri...

O ki, Kozmos kadar sonsuz, Ay kadar güzel, Sirius kadar parıltılı ve Kartal kadar görkemli olmalı. Teni karla kaplı bir dağdan daha beyaz, gözleri gök kubbeden daha mavi, dokunuşu meleklerden daha narin ve cümleleri Tanrı'dan daha keskin olmalı.

Görmeli göremediklerimi, duymalı duyamadıklarımı, hissetmeli hissedemediklerimi, bilmeli, bilemediğim her şeyi bilmeli...

Sarhoş olmam gerek tenine dokunduğum zaman, kelimeleri bir şişe vodkaya bedel, bakışları kaybolup gitmeye. Güzel bir filmden, yüzlerce kat daha güzel olmalı, kamaştırmalı tüm perdeleri... 

Tüm bunların ardından bu gece tekrar bana üç kelime kalıyor:

Belki bir gün...


24 Kasım 2014 Pazartesi

Ben ki...

Hoş gelmiştiniz hayatıma, başımın üstünde yeriniz vardı. Gittiniz, şimdi giderken niye hoş gitmiyorsunuz? Ben ki garip bir cesaretle koşmuştum sizlere. Bilmeden, görmeden, duymadan, hissetmeden alışmıştım. Yolun sonunu görmedim hiç, güvendim hep, güvendim sonuna kadar. O son hep hüzün mü olacak, yine mi hüzün olacak? Gidenlerin ardından, giden hep gidiyor da kalan hiç kalamıyor biliyor musun? Alıp başınızı gittiğinizde arkada kalanları siz takip etmeyeceksiniz ama arkada kalanlar sizi hep takip edecekler. Kazık yemek unutulmaz...

Görünen o ki mutlu mesut yaşıyorsunuz. Yaşayın, yaşayın bakalım. Kaç gün, kaç gece daha böyle sürecek? Hiç mi anılar rahatsız etmeyecek? Bilemiyorum, nasıl bir zihniniz var ki bu kadar acımasızsınız? Paylaştığınız onca şeyi nasıl atabiliyorsunuz, nasıl silebiliyorsunuz tüm bu hayatı? Bir iz dahi yok herhalde, yok sizde tek bir nokta dahi.

Kapamalıyım çenemi, çenem çok açılıyor. Aklım dursa duracak fakat aklımı bozdunuz siz benim. Gebermenizi istesem müstahaktır kardeşlerim, dostlarım, sevgililerim, arkadaşlarım...

Yenildiğimi gözler önüne seriyorum ben, gösteriyorum ilk defa. Bundan gurur duyarsınız umarım. Potansiyelinizi hala görmek isterim, hala sınırlarınızı görmek isterim...




23 Kasım 2014 Pazar

Sen, siz...

Gece yeni başladı, kulaklarım da bir sessizlik hakim. Genelde hep böyledir, kurşun sıksan duyulmaz ya hani. Suskunum, her zamanki halim bilirsin, bilirsiniz. İçimde, beynimde neler dönse de dışım hep aynı kalacak. Hep olduğu gibi, sakin ve salak. Sen, siz nasıl görmek istiyorsan, istiyorsanız öyle olacağım yani. Ağacın üstüne çıkıp haykırmak yerine kaldırımda oturup dalıp gideceğim. Ölüler misali...

Düşünmek değil bilmek istediğim bir gece daha işte. Neyi bilmek istediğimi dahi kestiremezken sadece bilmek istiyorum. Ne olursa olsun, bilmem gerek. Sevgi mi, nefret mi, özlem mi, alışkanlık mı yoksa bir hiç mi? Hiç olmasından korkuyorum, ben hiçliği sevmem. Hiçlikten berbat bir durum yok fakat ben şuan hiç gibiyim. Yalnız ve hiç...

Bir dostum var, o kadar dostun içinde sadece bir dostum var. Anlarsınız ya, gömdüm diğerlerini. Anıları kaldı, anıları bıraktım. Onlar güzeller hala. Bu kadar kolayken, bu kadar basitken yavaş yavaş bu kadar zorlaşmış olması üzücü yaşamın, yaşanmış onca şeyin...

Kafamı kaldırıp bakmak istediğimde aklım benimle oynamaya başlıyor, izlediğim o filmi bana tekrar izletiyor. Tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar. Bu hep böyle sürüyor. Yaşamak güzel, anılarda yaşamak ise daha güzel...



19 Kasım 2014 Çarşamba

Şiirsel gecenin, kör ağıdı...

Dünya'yı merkez olarak kabul edelim, çevresindeki 100 milyon ışık yılı genişliğindeki alanda bulunan yıldız sayısı bugünkü kısıtlı bilgimizle 200 trilyon kadar. Ne dersin, benimle tüm bu yıldızları izler miydin? Kaldırıp kafanı göğe,  sımsıkı sarıp beni, evrene açılır mıydın?

Saçlarınla oynamak isterdim o an, rüzgâr tenine değmesin diye siper olmak sana. Tüm o kötü gözlerden saklamak isterdim seni, ulaşamadığın ışıkları açmak sana. Kör kuyularda gezdirmek isterdim ışıksız, zihnimin anahtarını vermek sana. Zifiri karanlığın koynunda elinden tutup, yok olmuşların anılarını göstermek sana…

Kaldık mı seninle? Kaldık ya, kalakaldık ayazda…

Gel çal kapımı, o an anahtar düşecek buzdan ellerine. Sen girdikten sonra mühürlenecek bu kapı, buz tutacak kapattığın o ellerinle. Kalırız bir başımıza, kimseler uzatamaz o çirkin ellerini üstümüze. Hicazdan gelen bir ses uyandırır bizi, o büyülü ses tonuyla, birbirimizin sesi…

Açtık mı güzel bir film, bak gene bulduk şafağı. Bırak yorulma, çayın hazır içinde 2 kaşıkla. Kalamayız, kalamadık biliyorum o güzel kış akşamında. Ne güzel söylemiştin o şarkıyı, bir meleğin ses tonuyla.

Bir anı ol gel kal tam başucumda. Geleceksen uzatma, gelmeyeceksen bir yalancı cemre ol savrul yalnızlığımda. Arıyorum seni her gece ay ışığında, oturmuş bir kaldırımda. Kaldırmıyor kimse senden başka, gel bir imkansızı gerçek kıl bu savaşta.

Bir isteğim, bir lüzumsuz adamım. Tapınakta, tapınacak hiçbir şeyi kalmamış bir dindarım. Öldürmekten tiksinen bir seri katilim. Kötülük yapamayan bir şeytanım…

Yeter ki sen gel değiştir, gel ki değişsin, gel ki umut alevlensin yeniden! Hiç tanımadığım, bilmediğim bir yerden gel. Sessiz sedasız, arkama baktırmadan gel. Bekliyorum seni, her kimsen bilmiyorum ama geleceksin biliyorum…







16 Kasım 2014 Pazar

Vardır herhalde bir bildikleri…

Bu güzel gecede bir mucize olmasının potansiyeli, onun beni anlamasının potansiyeliyle eşitti. Yani kocaman bir hiçti. O güzel gecelerde sadece birkaç anı vardı, hiç mucize olmadı, anılarda yaşıyorum. Kaçak, göçebe bir şekilde kimi zaman nefret kustuğum o anılarda yaşıyorum. Anılar bazen bir eziyet gibi gelir fakat bir tane bile anının olması hiç anının olmamasından iyidir. İnsanı insan yapan şey anılardır. Bazen gidilen bir yer, oturulan bir bank, içilen bir çay, suratına çarpan rüzgâr…

Anıların değerini bilmek gerek, düşündünüz mü ya hiç olmasalardı? Yaşanmışlıklar hiç olmasaydı ne olurdu bize? Her gün yüz yüze geldiğimiz insanlar bile bizde birer anı bırakır. Bazen güzel bir gülüşü bırakırlar, bazen sana çarpıp giderler,  bazen düştüğünde seni kaldırırlar, bazen suratına bakmazlar bile. Ufak anılar bile bizi biz yapan en büyük unsurlardandır. Öyle güzel anılara sırtını dayayıp kötü anıları bir kenara atamazsın. Olmaz o, insana aykırı bir kere. İyiliğe kucak açtığın kadar kötülüğe de kucak aç ki kötü anlarında tutunacağın bir şeyler olsun. Kötü anılarda, iyi anılardan öğrendiğimizden daha fazla gerçek vardır…


Bazen bir anı insanı öldürebilir veya süründürebilir fakat insanı kalkındıran da tekrar bir anı olabilir. Anıları gömmeyin, bırakın nasıl istiyorlarsa öyle davransınlar. Vardır herhalde bir bildikleri…


14 Kasım 2014 Cuma

Tek bir Yıldız

Bu aksak ve göçebe yaşamın mimarı, sözüm sanadır: Senin ben ta amk!

Göçebe demişken yanlış anlamayın, diğer taraftan bahseden aptal biri yok karşınızda. Göçebeden kastım insanlar, bizden göçen insanlar…

Aksaklığı tanımlamama gerek yok zaten, bir söyleyin hiç doğru zamanda doğru yerde olduk mu? Zaman demişken, ya da bırakın sövmeyeyim şimdi ya. Tekrar götümüze giren zaman olmasın…

Aslında ben saklambaç oynayacak birini istiyorum hayatımda ya da sabahlara kadar sokakta sürtüp şafakta ZBK(Zil Bas Kaç) yapacak birilerini. Çok şey istemiyorum, şu çocuk ruhuma çocuk ruhlu bir eş arıyorum. Çok şey değil bak…

Bir gece vakti, bir sinema filmine bilet alırız. Baykuş’u yakalayamayınca eve taksiyle döneriz. Götümüze giren sadece para olur. Birlikte Chelsea maçlarını izleriz, siyaset bile yaparız! Kimi zaman bir şişe vodkaya, kimi zaman bir kadeh gül rengi şaraba, kimi zaman ise bir duble anasona hayır demeyiz. Her geceye güzel bir film sığdırıp, o her geceye bir sevişmeyi borç takabiliriz. Dünyayı arkamıza alır, onun kölesi olmak yerine kendi hiyerarşimizi ilan ederiz. Sıkıldık mı? Şehir ayaklarımızın altında be gülüm…

Hayal meyal ne güzel lan, düşününce şöyle bir an. Yalnızlığın dibine vurmuşken hem de. Napalım? Haydi kalk gidelim aklım, başım bize dar geliyor. Çıkalım dolaşalım boş sokaklarda. Gökte tek bir yıldız bile görsek gece bizim için her şeyini vermiş demektir…


12 Kasım 2014 Çarşamba

Kara günler, acıyla beslenir...

Ben inanıyorum ki insan, en büyük acıyı yaşadığında gerçekten insan olur. En büyük acı ise görecelidir, ne olduğu tam olarak bilinmez. Kimine göre ölüm, kimine göre aşk, kimine göre kaybetmek, kimine göre tanrı. Bana göre ise bir hiç, kocaman bir hiç. Acının karşısında ne yaptığımız, işte en büyük sorun da budur. Acıya nasıl göğüs gerdiğimizdir. Bir korkak gibi, bir köşede can mı çekişeceğiz yoksa cesur olup tüm o acılara bir sille vurabilecek miyiz? Asıl soru bu, bu acının sanatı...

Acıya nasıl mı göğüs gereceksin? İşte orası tam bir iti ite kırdırma bölümü :) Acıya karşı umut besle. Umut her zaman sana doğru yolu göstermese de bazı zamanlar doğru yola giden adımları attıracaktır. Umut bitmek tükenmek bilmeyen yaşama içgüdüsü gibidir, Ne demişti Kral: "Her zaman umut vardır."

Gidenlerin, kaybolup giden her şeyin ardından sana bir çift sözüm var:
Yenildin işte, bak çullandılar gene üstüne. O anda, en çok koşmak istediğin kişi yanında yoksa kime koşacaksın peki? Büyük beklentilerle konuşlandırdığın garnizonun yok oldu, şehir darmadağın, güzel günler düştü, savaşı kaybettin. Yönünü ne tarafa çevireceksin? Pusulan bile bozuk, kayboldun. Bataklıkta attığın her kulaç seni daha çok dibe çekecek biliyorsun. Kaçıp gitmek mi? Hayır mümkün değil. Bir çaresi mi? Hayır bir çaresi yok ama umut, umut her zaman var. Umut etmeyi öğrenmeliyiz, en karanlık zamanlarda bir ışık gibidir umut. Umut, tanrının elidir...

Sözlerim seni yanıltmasın, düştüğün anda sarılacağın tek şeyin umut olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Umarım bunu anlarsın. Acının üstesinden gelmek için bir tutam umut lazım dostum...



11 Kasım 2014 Salı

Yalanın Doğası

Ve tanrı insanı yarattı…

Eşi benzeri olmayan o bencil orospu çocuğunu yani. Bakmayın öyle hepimiz aynıyız, hepimizin içinde var bu. YALAN. Evet yalan, ne kadar ironiktir ki gerçeklerin en büyüğü. Her gün yalan söylüyoruz, her gün yalan söylüyorlar. Ne olduğunu bilmeden dinliyoruz bazen onları, sadece dinliyoruz. Biliyoruz ki onlar bize bunu yapmazlar. Biliyoruz… Hayır dostlarım, bilmiyoruz. Sadece bildiğimize inanıp kendimizi kandırıyoruz. Gerçek bu, gerçeğin ta kendisi işte! Yalanın doğası işte burada başlıyor, bir kere alışınca buna sonu olmayan bir nehir gibi gidiyor. Ne dersek diyelim, ne derse desinler olmaz. Alıştın bir kere buna dönüş yok! Fakat bunu gerçekten abartan insanlar var, şuan sözüm onlara:

Yazıklar olsun size, yazıklar olsun tüm insanlığınıza. Tüm dünya şahidim olsun ki sizlerin yaptığı şu dünya tarihinde görülmemiş bir kahpeliktir. Sabun gibi kaygan, bir fahişe gibi döneksiniz. Sizler karanlık kuyularda güneş görmeyecek kadar aciz, sevgiyi hak etmeyecek kadar şerefsiz ve yalanlarla mutlu olabilecek kadar haysiyetsiz birer yaratıksınız. O iğrenç gözleriniz ne görürse ona inanırsınız, o aşınmış kulaklarınız ne duyarsa onu dinlersiniz, o eskimiş duygularınız ne isterse onu yaparsınız. Sizler yıkılmış bir hükümdarlığı devam ettirmeye çalışan parazitler gibisiniz, sadece parazitsiniz ama bunun farkında bile değilsiniz. Birbiri ardına birbirinizi tekrarlıyorsunuz. Kırılmış aynalara bakıp, bozuk merceklerle dünyayı izliyorsunuz. İnsanlara acı çektirip onların en masum anlarında, onlara en büyük silahlarınızla saldırıyorsunuz. Çünkü sizler daha önce hiç gerçekten acı çekmediniz, bunun anlamını bilmiyorsunuz. Sizler birer hastalıksınız. Çaresiz kalmış, çareleri tükenmiş birer hastalıksınız. Tanrıya yalvarıyorum: Bir gün, bir gün umarım sizlere de birisi o büyük silahını doğrultur ve tam kafanızdan vurur…

İnanın bana, bu kadar nefret, bir o kadar acıdan kaynaklı. Güvenirsiniz, güvendiğiniz her şey teker teker size yanıldığınızı ispatlar. Güveniniz orospu olur resmen, girip çıkmayan kalmamıştır. Bunların sebebi bazen bir bazen ise birden fazla orospu çocuğudur. Eğer bana soruyorsanız, benim hayatımda birden fazla orospu çocuğu vardı dostlarım. Sadece ihtiyacı olduğunda kapınızı çalan, ihtiyacı yokken siktirip giden yalancı insanlar. Hepsini bir araya koyup yakmak lazım. Benim de bir çift lafım var ama bu insanların her birine, teker teker. Ne demiş Nazım:
En güzel günlerimin üç mel'un adamı var:

"Biri sensin, biri o, biri ötekisi. Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi.
Sana gelince:
Ne ben Sezar’ım, ne de sen Brütüs’sün.
Ne ben sana kızarım, ne de zatın zahmet edip bana küssün.
Artık seninle biz, düşman bile değiliz…"

Düşünsene ya, geçmişini bir düşün. Kaç kişiden kazık yedin? Kaç kere yalanlar söylediler sana? Kaç tane adam kaldı yanında? Bak şu etrafına, gerçeği gör o kadar yalanın arasından. Senin senden başka dostun yok adamım, yok! Kalk lan ayağa, kalk ve göster. “Ben buradayım!” de ve püskürt etrafındaki tüm parazitleri. Bunu yaptıktan sonra mutluluğa erişeceksin. Güven bana adamım, erişeceksin o hep aradığın huzura.

Yalan işte böyle bir şeydir. İnsanın en büyük kusurudur. Siz, siz olun kimseye yalan söylemeyin. Bir gün gelip size de yalan söylenince kaldıramazsınız. Yalan öyle hafif sindirilebilecek bir şey değildir, zihninizden atmak ise hiç mümkün değildir. Yalancı insanları atın hayatınızdan. Bu benim sizden en büyük isteğimdir…





10 Kasım 2014 Pazartesi

Güzel bir film, güzel bir gece...

Merhabalar, bundan böyle size kendi hayatımda büyük yeri olan, üzerimde büyük etkiler bırakan filmler içinden 2 filmi her ay buradan yazacağım. Bunu bir öneri olarak alın ve bu filmleri kesinlikle izleyin, gerçekten sizde de büyük etkiler bırakacağına inanıyorum. Başlangıç olarak bu ay Contact ve Stay'le başlayacağım. Evet baya büyük bir açılış yapıyorum, bilenleriniz varsa eğer bu filmleri gerçekten tekrar izlesinler. İzlemeyenler ise ne bok yiyorlarsa bırakıp bu filmleri izlesin. Neyse, sözü uzatmaya gerek yok. Filmlere geçelim:

CONTACT:





Aslında nasıl başlasam bilemiyorum, bu filmi anlatmak için en geçerlisi sanırım şu olacaktır: "Yıldızlara bir selam çakın!". Anladınız mı ne demek istediğimi? Bu film sizi o kokuşmuş bombok hayatınızdan alıp yıldızlara taşıyor, evet bunu cidden yapıyor. İnanmıyorsan izle...

Küçük bir kız düşünün, öylesine tatlı, öylesine zeki. Babasını da öylesine çok seviyor ki bu kız, bu kız ileride büyüyüp yıldızlara adını yazacak bir kız dostlarım! Filmin isminden(MESAJ) de anlayacağınız üzere bir mesajla ilgili bu film. Evet dostlarım, dünya dışı varlıklardan gelen o klişe mesaj. Bakmayın öyle -_- Bu mesaj farklı...

Sanırım daha çok ilerlersem spoiler verebilirim, bunu burada sonlandırıp oyunculardan bahsetmek istiyorum. Başrollerde gönüllerimizin polisi Jodie Foster(Dr. Lecter desem yeter...) ve Matthew McConaughey var. Fazla söze gerek yok.

İyi sinema takipçileri hemen bir şeyi kapmıştırlar. Matthew McConaughey, babasını çok seven tatlı küçük zeki bir kız çocuğu ve yıldızlar... Evet, tabi ki Interstellar :) Interstellar'ın en çok etkilendiği filmdir bana göre Contact. Herkes 2001 diyor fakat ben salonda Interstellar'ı izlerken sanki Contact'ı baştan izliyordum, üstüne biraz 2001 serpilmişti sadece ve tabi ki Nolan dehası...

Bu filmi izleyin ve yıldızlara bir selam çakın dostlarım, iyi seyirler!



STAY:






Şunu söyleyeceğim en baştan: Bu filmi düzgün bir psikolojiyle izleyin, yoksa filmin temposuna kapılıp gerçek hayattan kopabilirsiniz. Ayrıca bunu bir uyarı olarak da alabilirsiniz. Bu film sizi, sizden alacak buna emin olun.

İntihar edeceğini kafasına koyan bir genç ve onu durdurmaya çalışan bir psikolog. Görülen bu, acaba gerçekten görülen gerçek mi? Gerçek olan nedir, gerçeği bulmak ne kadar zordur? Bir insanı ölümden kurtarmak mı yoksa kendi hayatın mı daha önemlidir? Ya da tekrar soruyorum bunların hepsi bir yalan mıdır yoksa gerçek midir?

Bu sorulara birer cevap almak mı istiyorsun? Aç o zaman şu siktiğimin filmini izle. Çünkü daha çok konuşursam, gerçi şu durumda bunu "daha çok soru sorarsam" ile değiştiriyorum, spoilera girer.

Oyuncu kadrosundan bahsedelim. Ewan McGregor(Kendisi tanımayanlar için meşhur Obi-Wan Kenobi'nin(Gençliği, yani "seni sevmiştim Anakin, kardeşimdin..." olanı.) ta kendisi ve uyuşturucu bağımlısı gencimiz Renton. Bunları da bilin yahu...), Ryan Gosling(Notebook...) ve güzeller güzeli kızımız Naomi Watts...

Gördüğünüz gibi ultra sağlam bir oyuncu kadrosu var filmin, Neyse, uzatmayalım. Bu filmi de izlediğiniz de bir hssktr çekeceksiniz ki koca mahalle duyacak. İzleyin, izlettirin!







7 Kasım 2014 Cuma

Interstellar

Açık konuşacağım, filmden çıktım ve eve daha yeni geldim. İçimde bunu haykırma isteği var. 
Carl Sagan der ki: "Bilimi açıklamaktan kaçınmak, bana son derece ters gelen bir tutum. Birine aşık olduğunuzda, tüm dünyaya duyurmak istersiniz.". Bende bunu örnek alarak diyorum ki, böyle bir filmi övmemek, anlatmamak benim için çok ters bir durum. Ben bu filme aşık oldum ve bu hafta içinde kesinlikle bir kez daha izleyeceğim.

Bu bir eleştiri yazısı değil, bunu unutun. Çünkü filmin eleştirilecek tek bir noktasını dahi göremedim.
İlk olarak yazımın başında şunu söyleyeceğim ve zaten yazıyı kısa tutacağım: Ben daha önce böyle bir film izlemedim...

Film öyle bir atmosferdeydi ki sanki 2001'i ve Contact'ı harmanlayıp, eksilerini bir kenara atıp bir şaheser yaratmış Nolan. Tüylerimin o diken diken oluşu ki bu öyle her filmde olan bir şey değildir. Bilim kurguya, dramı bu şekilde uyarlayıp üstüne birde epik bir macera ekleyip bir destan yazdı Nolan. Bana sadece bunu övmek düşecektir.

Övülmesi gereken başka bir büyük detay ise kesinlikle oyuncu şeçimi. Yani Matthew McConaughey’nin oyunculuğuna diyecek yok zaten, hakkını öyle bir vermiş ki bir hassiktir çekiyorsun! Anne Hathaway zaten o zarifliği ve güzelliğiyle harmanlanmış mükemmel oyunculuğuyla beni resmen büyüledi.

Beni bilen bilir, bilmeyenler için söylüyorum ben gideceğim filmlerde merak dozumun artması için öncesinde hiç araştırma yapmam. Ne oyuncu, ne senaryo. Sadece oradan buradan(Trailer vb.) gördüklerim kadar bilgim olur ve bunun neticesinde filmde Matt Damon ve özellikle Ellen Burstyn’i görmek benim için çok zevkliydi. Film Nolan’ın filmi olduğu için zeki profesör rolünde Michael Caine’i görmek beni pek şaşırtmadı doğrusu J

Neyse, fazla söze gerek yok. Son yılların, belki de dünyanın en iyi Sci-Fi/Drama filmiydi. Ben ciddi şekilde etkisinde kaldım. Kesinlikle gidip bu filmi sinemada izlemelisiniz. O atmosferi yaşamalısınız…





1 Kasım 2014 Cumartesi

Aşk Üzerine

Ben eminim ki insanlar olarak başımıza gelebilecek en kötü şey, en kötü lanet mutsuzluktur. Öyle ki insanı içten içe benliğinden koparıp yırtık parçaları teker teker yakar.

Aslında benim görüşümle mutsuzluğu etkileyen en büyük unsur kurduğumuz hayallerdir. Hayal kırıklığı bir insanı öldürebilir veya daha kötüsü süründürebilir. Siyah bir sayfayı siyah bir kalemle karalamaya benzer kurduğumuz hayaller. Fakat biz hayal kurmaktan asla vazgeçmeyiz çünkü hayaller bizim çökmüş ruhumuzun gıdasıdır.

Sorarım size Güneş’in doğuşunu reddedebilir misiniz? Kalbinizi durdurabilir misiniz veya aynı kareye iki defa yağmur damlası düşürebilir misiniz? Hayal kurmakta böyledir siz ne bok yerseniz yiyin aklınız gene sizi zayıflatacak bir hayal kuracaktır çünkü, “Akıl düzenbaz herifin ta kendisidir. Onu o ya da bu şekilde mutlu etmenin bir yolunu bulamazsınız.” demiş John C. Parkin.

Tahminimce kurduğunuz hayallerin bir kısmı hatta büyük bir çoğunluğu duygusal hayallerdir. Size bunu TV idolüm olan Sherlock’un bir repliğiyle hatırlatayım:  “Duygu denen şey, sadece kaybeden tarafta bulunan kimyasal bir kusurdur. Her zaman aşkın, tehlikeli bir dezavantaj olduğunu varsaymışımdır.” Aşk sizi kullanır ve zayıflatır. Güçsüz kılar, evet dostum bu böyledir.

Geçenlerde bir arkadaşım soruyor işte bana: “Neden böyle be, niçin mutlu ettiklerimiz tarafından hiç mutlu edilemiyoruz? Bazen düşünüyorum, her şeyi, herkesi atmak şu hayatımdan. Ne dersin? Atabilir miyim şu aşkı hayatımdam”

Ne mi derim? Tam olarak şöyle derim: N'apıyorsun be azizim? Öyle kolay değil işte o, her ne olursa olsun değil. Dönüp arkana bak, eğer bıraktığın izler, sende bırakılan izlerden azsa sen kaybettin. Şerefine bir kadeh içerim, olmadı iki kadeh, şişenin dibini görmekte varsa kaderde ne yapalım içicez bu gece. Al sende doldur bir kadeh, gül rengi şarap var, içilmez mi bu kara günde?...

Kaç defa söyledim sana? Ne laftan anlarsın, ne söz dinlersin. Sen kendini ne sandın? Onların canımı olacaktın be adam? Pehh… Kaptırma kendini bunlara. Sana canım diyecekler, canları olmadığın halde. Sen onları kendinden sakınacaksın, kendini öldüreceksin ama onlara dokunamayacaksın. Onlar ne mi yapacak? Seni alıp bir oyuncak gibi oynayacak, sonra atacaklar bir kenara. Düşüncelerine telaffuz bir kelime bulamayacaksın, onlar dinleyip dinleyip susacaklar. Bazen gülecekler, yalandan da olsa. Sen gözlerine bakıp inanacaksın, onlar ise gözlerini hep başka tarafa çevirecekler. Rüyaların var biliyorum, hiç uğraşma onlar yakında kabus olacak. Kokularını bırakacaklar, gülüşlerini, masumluklarını, seni seviyorumlarını, tutulmamış sözlerini… Sende sadece bunlar kalacak ama onlar bu gamlı adamdan çoktan firar etmiş olacaklar.

Bak şu gökyüzüne, yukarda bağıran bir adam var. Sakın ha onu dinleme, o her şeyi bozan orospu çocuğunun ta kendisi. Ne diyorduk inanmadığımız o tanrıya? “Sevgisini geri istiyorum, onu geri istiyorum.” Bu kadar düştük biz ha, ne zaman böyle parçalandık be? Kalan sağlar bir kerede bizim olsun, çok mu şey istiyoruz? Niye kimse bizi özlemedi  ha? Niye sevmedi , ne yaptık ne günah işledik? Beddua falan mı aldık acaba ha, ne dersin?


Hiçbir şey deme aslında. Olay ne biliyor musun? Biz onları saf duygularımızla yoğurduk, kendi canımızla besledik, mutluluğu gömdük ruhlarına. Şimdi tüm insanlığı alıp önüme soruyorum: Biz nerede hata yaptık? Aslında hata falan yapmadık dostum, sadece normal bir insanı tanrı yaptık. Sonra tanrı bizi unuttu. Ama biz onu hiç unutmadık, çünkü onu öldürdük. Kalbimizde yaşıyor bu günlerde…


25 Ekim 2014 Cumartesi

Mutluluk Üzerine

Bu şehrin azizleri, bu yıkık şehrin kaybolmuş ruhları, yalnızlığın atlıları, karanlığın kovboyları. Evet, bizler buyuz! Bizler unutulmuş her şeyin unutulmayan çocuklarıyız.  Zifiri bir yolda gidiyoruz ama nereye veya ne yapmaya gittiğimizi bilmiyoruz. Tek hedefimiz yüce olmayan bu hayatta yüce olmak. Denizde ki dalgalar gibi art arda savruluyoruz. Sonbaharda kuruyup dalından düşen birer yaprağız. Rüzgar nereye isterse oraya gidiyoruz. Güneşi görmeyeli asırlar oldu, Ay’ın göz kamaştırıcı parıltısını çoktan unuttuk. İçimizdeki amansız yaratık artık bizi ele geçirdi. Benliğimiz denizin ta en dibinde, yüzme bilmiyoruz. Ölüm bile bizi unuttu. Yaşıyor muyuz, onu dahi bilmiyoruz. Tek bir şey istiyoruz. Gerçi ona bile hazır olup olmadığımızı bilmiyoruz. Bu karanlıktan çıkışımız yok. Yoksun bir başlangıçla bu karanlığın içinde can çekişiyoruz. Duyduğumuz hiç, gördüğümüz hiç, kokladığımız hiç, dokunduğumuz veya hissettiğimiz sadece birer hiç. Sadece yürüyoruz, sonu olmayan kör bir zindanda yürüyoruz. Ruhumuzun bölünmüş parçalarını arıyoruz ama bir ruhumuzun kaldığından emin değiliz. Tanrının unuttuğu bu benliklerde yaşamak için savaş veriyoruz fakat ne kadar istesek de bize bahşedilen karanlığı hiçe sayamıyoruz. Geçmişimiz yok, geleceğimiz kayıp ve bugünün olduğundan bile emin değiliz. Kendimizi kurtarmak istiyoruz bu sonsuzdan, bu bilinmezlikten. Normal bir zihnin, bir insanın dayanma sınırını çoktan aştık ve artık sadece susuyoruz. Ne ölüyüz, ne de yaşıyoruz. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgi bizim için artık tastamam çizilmiş vaziyette. Devam etmek veya kalmak mümkün değil, her şey boş, her şey saçma! Uyumayı artık hatırlamıyoruz. Çayın içimizi ısıtan sıcaklığını, denizin kuduran dalgalarının sesini, rengarenk çiçeklerin kokusunu, evrenin uçsuz bucaksız muhteşemliğini çoktan unuttuk. Kendimizi bile hatırlamıyoruz bu karanlıkta. Hiçbir çıkış yok, bizim için hiçbir kurtuluş yok artık.

Asla, asla, asla ve asla mutlu olamayacağız. Niçin kendimizi yoruyoruz? Niçin koşuyoruz bu sonsuz yolda? Niçin kendimizi harap ediyoruz, niçin kendini harap ediyorsun be adam? Oturalım şuraya dinlenelim. Gün gelecek mutluluğu hissedeceğiz belki de iliklerimize kadar ama oturup düşündüğümüzde o aklımızın içinde ki aşağılık herif mutsuz olacağımız zamanları düşünüp bizi gene öldürecek.

Mutluluk esarettir, bundan derhal kurtul! Mutsuzlukla mutlu olmayı dene, bunu yaptığın zaman kurşungeçirmez olacaksın. Mutsuzluk evrende bilinen her acıdan daha çok acı verir insana. Mutlulukta bilinen her şeyden daha çok güzel hisler verir. Fakat acı sınırsız güç, güzel olan her şey ise zayıflık getirir.

Fırtınalı bir okyanusun içinde attığın bir kulaç mı, yoksa durgun denizde attığın bir kulaç mı daha zordur? Hayat herkes için bu kadar zor değildir, kimileri sadece durgun denizlerde gününü gün ederler. Tabi ki mutluluk herkesin hakkı fakat ben burada mutsuzluktan tükenmişken, dışarıda bir aptalın teki mutluluktan kendini beceriyor. Ben bu kadar çabalarken, bu kadar hakederken dışarıdaki bunu hiç mi hiç hak etmeyen o insanın mutlu olması zoruma gidiyor be azizim. Dert bilmez, tasa bilmez, sıkıntı bilmez hatta hayatı bile bilmez ama gelmiş ben mutluyum diyor.

Şimdi gelip de bana “Der tabi! Çünkü adam mutlu amk.” demeyin. Diyemez amk! Ben burada mutsuzken o kim kopek mutlu olacak? Benim dünyam benim üzerime kardeşim, benim dünyamda ben mutsuzken hiçbir sikim mutlu olamaz! O kadar.

Karşında gülüyorlar, kahkaha atıyor, espri yapıyorlar. Ya be adam bu senin hoşuna gidiyor mu? Tutup bi kenara çekip “Napıyosun lan sen? Napıyosun lan amına soktuğumun çocuğu görmüyor musun ölüyorum lan ben, ölüyorum olum gülmesene!” desene şu orospu çocuğuna! De işte, demedin mi böyle kaybedersin her zaman. Gerçi ne zaman kazandın ki? Söyle bana ha dostum ne zaman kazandın? Kazanmak bizim genlerimizde yok. Mutluluk dinimiz, huzur kitabımız olsa, bizler birer ateist olurduk şerefsizim!

Bizim sorunumuz aslında basit, her yeni günden o kadar şey beklersek o yeni günler gelir bizim elimize verir teker teker. “Al bunu, bak bakalım beklentilerine uyuyor mu? Uymuyorsa bi boy büyüğünü verelim abime…” der sana. O bahsettiğim mutlu orospu çocuklarının bırak yarını, dün veya bugün bile akıllarında değil. Bizler geçmişi referans alıp, bugünü doya doya yaşayıp, yarını inşa ederken onlar sadece bugünü, her günü yaşadıkları gibi yaşarlar.

Bu aynı bir aksiyon filmi severinin, filmde bir gram aksiyon olmamasına rağmen filmin türü aksiyon diye gidip o filmi izlemesi gibidir. Çünkü onlar için hayat bu kadar basit, bizim için öyle mi? En ince ayrıntıya kadar düşünürüz biz, bugün ne olacaksa olsun diyemeyiz işte. Çünkü o güne, o kadar çok beklenti sığdırdık ki biz, biri bile olsa galaksinin en mutlu adamı olacağız ama biri bile olmuyor işte.
Ne diyor Ozzy baba: “Hayat seni beklemez dostum.”

O kadar doğru bir cümle ki bu. Hayat geçerken önümüzden ışık hızında, biz ancak koşarak ona yetişmeye çalışıyoruz. Ama bazen şöyle bir durum oluyor ki, hayat ışık hızını da geçiyor ve zamanda geri gidiyor. O zamanda geri gittiği için sen yaşadığın şeyleri gün gelince tekrar yeni baştan yaşıyorsun. Kimileri buna déja vu derler, ben doğanın hayata karşı savaşı diyorum. Gerçi bu savaşı her şeyin sonunda gene de hayat kazanıyor fakat işin ucunda aç olduğun o mutluluğu tatmak var.



21 Ekim 2014 Salı

Hayat Üzerine

Hayat, belki de bildiğimiz tek gerçek. Öyle ki; hayat kör bir kuyu ve bu kuyudan çıkmanın öyle ya da böyle hiçbir yolu yok. Sen çıkışa ulaştığında o sana paradokslar yaratmaya başlar.

Peki ya mutluluk? Sizce bu kuyu da mutlu olmamızın bir yolu var mıdır? Aklımız, aklımızın içindeki sersem herifi mutlu etmenin bir yolu var mıdır? Güneşli bir yaz gününde kar yağmasının ihtimali var mıdır? Sessiz bir gece de, sessiz bir adamın sessiz çığlıklarını duyabilir misiniz? Zifiri karanlıkta kaybolmuş bir bedeni görebilir misiniz? Düşlerine uzun zaman önce veda etmiş birine yaşamayı öğretebilir misiniz? Gözyaşları tükenmiş bir insana “hadi ağla! Ağla!” diyebilir misiniz? Mavi gökyüzünü unutmuş bir zihne, Güneş’in parıldayışını hatırlatabilir misiniz?

Çok mu soru sordum? Çok soru sordum evet, sorularda benliğimizin bir parçasıdır zaten. Her gün herkese her yer de her zaman sorular sorarız. Neden veya niçin bilmeksizin zihnimizi meşgul etmeksizin sadece sorular sorarız. Bazen cevap alır, bazen alamayız. Bazen doğru söylerler bazen yalan. İnsanlar hep böyle, bencil yaratıklar. İnsan olduğuma utanıyorum.

Hiçbir yerde, hiç kimseyle, hiçbir şey düşünmeden yaşlanmak istiyorum. Neden, niçin veya nasıllar olmadan sadece karanlık bir gecede karanlık ve suskun denizi izlerken çayımı yudumlayıp sigaramı içmek istiyorum. Şehrin tüm ışıklarını kapatıp Evren’i, yıldızları izlemek istiyorum. Canis Major’u görmek, Sirius’un o parıltısını içimde hissetmek istiyorum. Sol elime Betelgeuse’u alıp, sağ elimle de Bellatrix’i taşımak istiyorum. Avcı’nın Kemeri’ini kuşanıp evren de dalıp gitmek istiyorum.

Ne güzeldir kurduğumuz hayaller. Halen taptazeyken ve yıkılmamış iken ne kadar güzeldir hayat. Sonra, sonra hayat sana der ki; “Dur! Ne yapıyorsun? Bu kadar mutluluk sana fazla be adam, yeter artık.”

Öyle bir şeydir ki bu his, en mutlu olduğun an aklına gelir ve seni içten içe yer bitirir. Öyle bir durumdasındır ki ölüyorum sanırsın fakat ölmediğini görünce, hala yaşamaya devam edince için ölmeye başlar. Yavaş yavaş, sakin sakin gelir ve senin içinde ki tüm renkli çiçekleri birer birer siyaha boyar. Tüm duvarlar, mavi gökyüzü, parıldayan Güneş, gözlerimizde ki o renkler birer birer siyaha boyanır. Siyah demek yalnızlık demek, siyah demek sessiz bir haykırış demektir. Sessiz bir adamın sessiz çığlıklarını kim duyabilir? Kim görebilir bu haykırışı, kim?

Ne gün doğsun istersin, ne de bulutlar çekilsin gökten.  Yağsın yağmur, ıslansın savaştan çıkmış harap halde ki şu aciz ruhun. Gözyaşların tükendi biliyorum, bırak gökler ağlasın senin yerine, senin yerine bu şehir ağlasın. Bu güzel şehir, bu mutluluk kokan şehir bırak senin için üzülsün bu gece, süpürsün tüm yalnızlığını üzerinden. Bir tek düşlerin kalsın, onlar da giderse ne yaparız? Ruhumuzun yiyeceği değil midir düşler?

Aslında bugün biraz uyumalıyız, uyuyup yeni yarınlara kucak açıp onlardan güzel günler beklemeliyiz. Güzel günler gelecek çocuk, güzel günler göreceğiz, evet biz bunu biliyoruz. Güzel olan gelecek bize çok uzak olsa da elbet bir gün bizde mutlu olacağız. Uyumayan ve bizi izleyen karanlıktan gökkuşaklarıyla çıkacağız. Ellerimiz de rengarenk çiçeklerle kocaman çayırlar da kuşları izleyeceğiz. Ağaçların gölgelerin de oturup, tertemiz havayı ciğerlerimizin en diplerine kadar çekeceğiz.

Mutlu olmayı öğreneceğiz ama bugün değil, bugün mutlu olmak istemiyoruz ki biz. Bugün tam da olmak istediğimiz adam, bugün karanlıkta kaybolmuş bir şövalye olmak istiyoruz. Gözümüze birer kelebek gibi görünen ejderhaları kendi alevleriyle boğmak istiyoruz. İçimizde ki bu acıyı, bu nefreti, bu öfkeyi, bu kibri yerlere göklere haykırmak istiyoruz biz! Yoksa nasıl çıkabiliriz ki bu kadar karaktersiz insanın içinden, yoksa nasıl çıkabiliriz bu insanlardan.

Mutlu olmayı çoktan unuttuk. Güneş’in doğuşunu, denizin sesini, aşk kokan şiirleri, yemyeşil ağaçları unuttuk. En iyi dostumuz içkimiz ve sigaramız oldu. Umut etmeyi umut ederken kaybettik, gülmeyi gülerken kaybettik, sevgiyi severken kendimizi ise kendimizin içinde kaybettik. Uçsuz bucaksız okyanusta sığınacak bir liman aradık. Bulduk mu peki? Bulamadık. Hala o okyanusta dalgalarla yol alıyoruz. Biz gerçekten biz miyiz, yoksa biz bir başkası mıyız inan bilmiyoruz. Tek bir şeyden eminiz, o da hala yaşadığımız ve yaşamaya devam etmek istediğimiz.

Tüm bunların ardından yarın Güneş gene doğacak ve sen gene hayaller kuracaksın ve hayal kırıklığına uğrayacaksın. Bunlar olağan şeyler, hepimiz böyleyiz. Yoksa hayatın ne anlamı kalır?

Mutluluğu unutmalısın, hayat mutlulukla çekilmeyecek kadar zordur…


feedburner facebook twitter youtube google+ feedburner
feedburner