25 Kasım 2014 Salı

Belki bir gün...

"Hadi, hadi kalk gidiyoruz!" dediğimde hiç düşünmeden, yer ve zaman sormadan, hiç sorgulamadan "Hadi kalk gidelim o zaman, ne bekliyoruz?" diyecek birisi belki de ihtiyacım olan. Hiç bilmediğim yerlere, görmediğim sokaklara adım atabileceğim biri. Gezgin ruhumu tamamlayacak, gözlerim kapalı olsa dahi elini tutup yürüyebileceğim biri...

O ki, Kozmos kadar sonsuz, Ay kadar güzel, Sirius kadar parıltılı ve Kartal kadar görkemli olmalı. Teni karla kaplı bir dağdan daha beyaz, gözleri gök kubbeden daha mavi, dokunuşu meleklerden daha narin ve cümleleri Tanrı'dan daha keskin olmalı.

Görmeli göremediklerimi, duymalı duyamadıklarımı, hissetmeli hissedemediklerimi, bilmeli, bilemediğim her şeyi bilmeli...

Sarhoş olmam gerek tenine dokunduğum zaman, kelimeleri bir şişe vodkaya bedel, bakışları kaybolup gitmeye. Güzel bir filmden, yüzlerce kat daha güzel olmalı, kamaştırmalı tüm perdeleri... 

Tüm bunların ardından bu gece tekrar bana üç kelime kalıyor:

Belki bir gün...


24 Kasım 2014 Pazartesi

Ben ki...

Hoş gelmiştiniz hayatıma, başımın üstünde yeriniz vardı. Gittiniz, şimdi giderken niye hoş gitmiyorsunuz? Ben ki garip bir cesaretle koşmuştum sizlere. Bilmeden, görmeden, duymadan, hissetmeden alışmıştım. Yolun sonunu görmedim hiç, güvendim hep, güvendim sonuna kadar. O son hep hüzün mü olacak, yine mi hüzün olacak? Gidenlerin ardından, giden hep gidiyor da kalan hiç kalamıyor biliyor musun? Alıp başınızı gittiğinizde arkada kalanları siz takip etmeyeceksiniz ama arkada kalanlar sizi hep takip edecekler. Kazık yemek unutulmaz...

Görünen o ki mutlu mesut yaşıyorsunuz. Yaşayın, yaşayın bakalım. Kaç gün, kaç gece daha böyle sürecek? Hiç mi anılar rahatsız etmeyecek? Bilemiyorum, nasıl bir zihniniz var ki bu kadar acımasızsınız? Paylaştığınız onca şeyi nasıl atabiliyorsunuz, nasıl silebiliyorsunuz tüm bu hayatı? Bir iz dahi yok herhalde, yok sizde tek bir nokta dahi.

Kapamalıyım çenemi, çenem çok açılıyor. Aklım dursa duracak fakat aklımı bozdunuz siz benim. Gebermenizi istesem müstahaktır kardeşlerim, dostlarım, sevgililerim, arkadaşlarım...

Yenildiğimi gözler önüne seriyorum ben, gösteriyorum ilk defa. Bundan gurur duyarsınız umarım. Potansiyelinizi hala görmek isterim, hala sınırlarınızı görmek isterim...




23 Kasım 2014 Pazar

Sen, siz...

Gece yeni başladı, kulaklarım da bir sessizlik hakim. Genelde hep böyledir, kurşun sıksan duyulmaz ya hani. Suskunum, her zamanki halim bilirsin, bilirsiniz. İçimde, beynimde neler dönse de dışım hep aynı kalacak. Hep olduğu gibi, sakin ve salak. Sen, siz nasıl görmek istiyorsan, istiyorsanız öyle olacağım yani. Ağacın üstüne çıkıp haykırmak yerine kaldırımda oturup dalıp gideceğim. Ölüler misali...

Düşünmek değil bilmek istediğim bir gece daha işte. Neyi bilmek istediğimi dahi kestiremezken sadece bilmek istiyorum. Ne olursa olsun, bilmem gerek. Sevgi mi, nefret mi, özlem mi, alışkanlık mı yoksa bir hiç mi? Hiç olmasından korkuyorum, ben hiçliği sevmem. Hiçlikten berbat bir durum yok fakat ben şuan hiç gibiyim. Yalnız ve hiç...

Bir dostum var, o kadar dostun içinde sadece bir dostum var. Anlarsınız ya, gömdüm diğerlerini. Anıları kaldı, anıları bıraktım. Onlar güzeller hala. Bu kadar kolayken, bu kadar basitken yavaş yavaş bu kadar zorlaşmış olması üzücü yaşamın, yaşanmış onca şeyin...

Kafamı kaldırıp bakmak istediğimde aklım benimle oynamaya başlıyor, izlediğim o filmi bana tekrar izletiyor. Tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar. Bu hep böyle sürüyor. Yaşamak güzel, anılarda yaşamak ise daha güzel...



19 Kasım 2014 Çarşamba

Şiirsel gecenin, kör ağıdı...

Dünya'yı merkez olarak kabul edelim, çevresindeki 100 milyon ışık yılı genişliğindeki alanda bulunan yıldız sayısı bugünkü kısıtlı bilgimizle 200 trilyon kadar. Ne dersin, benimle tüm bu yıldızları izler miydin? Kaldırıp kafanı göğe,  sımsıkı sarıp beni, evrene açılır mıydın?

Saçlarınla oynamak isterdim o an, rüzgâr tenine değmesin diye siper olmak sana. Tüm o kötü gözlerden saklamak isterdim seni, ulaşamadığın ışıkları açmak sana. Kör kuyularda gezdirmek isterdim ışıksız, zihnimin anahtarını vermek sana. Zifiri karanlığın koynunda elinden tutup, yok olmuşların anılarını göstermek sana…

Kaldık mı seninle? Kaldık ya, kalakaldık ayazda…

Gel çal kapımı, o an anahtar düşecek buzdan ellerine. Sen girdikten sonra mühürlenecek bu kapı, buz tutacak kapattığın o ellerinle. Kalırız bir başımıza, kimseler uzatamaz o çirkin ellerini üstümüze. Hicazdan gelen bir ses uyandırır bizi, o büyülü ses tonuyla, birbirimizin sesi…

Açtık mı güzel bir film, bak gene bulduk şafağı. Bırak yorulma, çayın hazır içinde 2 kaşıkla. Kalamayız, kalamadık biliyorum o güzel kış akşamında. Ne güzel söylemiştin o şarkıyı, bir meleğin ses tonuyla.

Bir anı ol gel kal tam başucumda. Geleceksen uzatma, gelmeyeceksen bir yalancı cemre ol savrul yalnızlığımda. Arıyorum seni her gece ay ışığında, oturmuş bir kaldırımda. Kaldırmıyor kimse senden başka, gel bir imkansızı gerçek kıl bu savaşta.

Bir isteğim, bir lüzumsuz adamım. Tapınakta, tapınacak hiçbir şeyi kalmamış bir dindarım. Öldürmekten tiksinen bir seri katilim. Kötülük yapamayan bir şeytanım…

Yeter ki sen gel değiştir, gel ki değişsin, gel ki umut alevlensin yeniden! Hiç tanımadığım, bilmediğim bir yerden gel. Sessiz sedasız, arkama baktırmadan gel. Bekliyorum seni, her kimsen bilmiyorum ama geleceksin biliyorum…







16 Kasım 2014 Pazar

Vardır herhalde bir bildikleri…

Bu güzel gecede bir mucize olmasının potansiyeli, onun beni anlamasının potansiyeliyle eşitti. Yani kocaman bir hiçti. O güzel gecelerde sadece birkaç anı vardı, hiç mucize olmadı, anılarda yaşıyorum. Kaçak, göçebe bir şekilde kimi zaman nefret kustuğum o anılarda yaşıyorum. Anılar bazen bir eziyet gibi gelir fakat bir tane bile anının olması hiç anının olmamasından iyidir. İnsanı insan yapan şey anılardır. Bazen gidilen bir yer, oturulan bir bank, içilen bir çay, suratına çarpan rüzgâr…

Anıların değerini bilmek gerek, düşündünüz mü ya hiç olmasalardı? Yaşanmışlıklar hiç olmasaydı ne olurdu bize? Her gün yüz yüze geldiğimiz insanlar bile bizde birer anı bırakır. Bazen güzel bir gülüşü bırakırlar, bazen sana çarpıp giderler,  bazen düştüğünde seni kaldırırlar, bazen suratına bakmazlar bile. Ufak anılar bile bizi biz yapan en büyük unsurlardandır. Öyle güzel anılara sırtını dayayıp kötü anıları bir kenara atamazsın. Olmaz o, insana aykırı bir kere. İyiliğe kucak açtığın kadar kötülüğe de kucak aç ki kötü anlarında tutunacağın bir şeyler olsun. Kötü anılarda, iyi anılardan öğrendiğimizden daha fazla gerçek vardır…


Bazen bir anı insanı öldürebilir veya süründürebilir fakat insanı kalkındıran da tekrar bir anı olabilir. Anıları gömmeyin, bırakın nasıl istiyorlarsa öyle davransınlar. Vardır herhalde bir bildikleri…


14 Kasım 2014 Cuma

Tek bir Yıldız

Bu aksak ve göçebe yaşamın mimarı, sözüm sanadır: Senin ben ta amk!

Göçebe demişken yanlış anlamayın, diğer taraftan bahseden aptal biri yok karşınızda. Göçebeden kastım insanlar, bizden göçen insanlar…

Aksaklığı tanımlamama gerek yok zaten, bir söyleyin hiç doğru zamanda doğru yerde olduk mu? Zaman demişken, ya da bırakın sövmeyeyim şimdi ya. Tekrar götümüze giren zaman olmasın…

Aslında ben saklambaç oynayacak birini istiyorum hayatımda ya da sabahlara kadar sokakta sürtüp şafakta ZBK(Zil Bas Kaç) yapacak birilerini. Çok şey istemiyorum, şu çocuk ruhuma çocuk ruhlu bir eş arıyorum. Çok şey değil bak…

Bir gece vakti, bir sinema filmine bilet alırız. Baykuş’u yakalayamayınca eve taksiyle döneriz. Götümüze giren sadece para olur. Birlikte Chelsea maçlarını izleriz, siyaset bile yaparız! Kimi zaman bir şişe vodkaya, kimi zaman bir kadeh gül rengi şaraba, kimi zaman ise bir duble anasona hayır demeyiz. Her geceye güzel bir film sığdırıp, o her geceye bir sevişmeyi borç takabiliriz. Dünyayı arkamıza alır, onun kölesi olmak yerine kendi hiyerarşimizi ilan ederiz. Sıkıldık mı? Şehir ayaklarımızın altında be gülüm…

Hayal meyal ne güzel lan, düşününce şöyle bir an. Yalnızlığın dibine vurmuşken hem de. Napalım? Haydi kalk gidelim aklım, başım bize dar geliyor. Çıkalım dolaşalım boş sokaklarda. Gökte tek bir yıldız bile görsek gece bizim için her şeyini vermiş demektir…


12 Kasım 2014 Çarşamba

Kara günler, acıyla beslenir...

Ben inanıyorum ki insan, en büyük acıyı yaşadığında gerçekten insan olur. En büyük acı ise görecelidir, ne olduğu tam olarak bilinmez. Kimine göre ölüm, kimine göre aşk, kimine göre kaybetmek, kimine göre tanrı. Bana göre ise bir hiç, kocaman bir hiç. Acının karşısında ne yaptığımız, işte en büyük sorun da budur. Acıya nasıl göğüs gerdiğimizdir. Bir korkak gibi, bir köşede can mı çekişeceğiz yoksa cesur olup tüm o acılara bir sille vurabilecek miyiz? Asıl soru bu, bu acının sanatı...

Acıya nasıl mı göğüs gereceksin? İşte orası tam bir iti ite kırdırma bölümü :) Acıya karşı umut besle. Umut her zaman sana doğru yolu göstermese de bazı zamanlar doğru yola giden adımları attıracaktır. Umut bitmek tükenmek bilmeyen yaşama içgüdüsü gibidir, Ne demişti Kral: "Her zaman umut vardır."

Gidenlerin, kaybolup giden her şeyin ardından sana bir çift sözüm var:
Yenildin işte, bak çullandılar gene üstüne. O anda, en çok koşmak istediğin kişi yanında yoksa kime koşacaksın peki? Büyük beklentilerle konuşlandırdığın garnizonun yok oldu, şehir darmadağın, güzel günler düştü, savaşı kaybettin. Yönünü ne tarafa çevireceksin? Pusulan bile bozuk, kayboldun. Bataklıkta attığın her kulaç seni daha çok dibe çekecek biliyorsun. Kaçıp gitmek mi? Hayır mümkün değil. Bir çaresi mi? Hayır bir çaresi yok ama umut, umut her zaman var. Umut etmeyi öğrenmeliyiz, en karanlık zamanlarda bir ışık gibidir umut. Umut, tanrının elidir...

Sözlerim seni yanıltmasın, düştüğün anda sarılacağın tek şeyin umut olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Umarım bunu anlarsın. Acının üstesinden gelmek için bir tutam umut lazım dostum...



11 Kasım 2014 Salı

Yalanın Doğası

Ve tanrı insanı yarattı…

Eşi benzeri olmayan o bencil orospu çocuğunu yani. Bakmayın öyle hepimiz aynıyız, hepimizin içinde var bu. YALAN. Evet yalan, ne kadar ironiktir ki gerçeklerin en büyüğü. Her gün yalan söylüyoruz, her gün yalan söylüyorlar. Ne olduğunu bilmeden dinliyoruz bazen onları, sadece dinliyoruz. Biliyoruz ki onlar bize bunu yapmazlar. Biliyoruz… Hayır dostlarım, bilmiyoruz. Sadece bildiğimize inanıp kendimizi kandırıyoruz. Gerçek bu, gerçeğin ta kendisi işte! Yalanın doğası işte burada başlıyor, bir kere alışınca buna sonu olmayan bir nehir gibi gidiyor. Ne dersek diyelim, ne derse desinler olmaz. Alıştın bir kere buna dönüş yok! Fakat bunu gerçekten abartan insanlar var, şuan sözüm onlara:

Yazıklar olsun size, yazıklar olsun tüm insanlığınıza. Tüm dünya şahidim olsun ki sizlerin yaptığı şu dünya tarihinde görülmemiş bir kahpeliktir. Sabun gibi kaygan, bir fahişe gibi döneksiniz. Sizler karanlık kuyularda güneş görmeyecek kadar aciz, sevgiyi hak etmeyecek kadar şerefsiz ve yalanlarla mutlu olabilecek kadar haysiyetsiz birer yaratıksınız. O iğrenç gözleriniz ne görürse ona inanırsınız, o aşınmış kulaklarınız ne duyarsa onu dinlersiniz, o eskimiş duygularınız ne isterse onu yaparsınız. Sizler yıkılmış bir hükümdarlığı devam ettirmeye çalışan parazitler gibisiniz, sadece parazitsiniz ama bunun farkında bile değilsiniz. Birbiri ardına birbirinizi tekrarlıyorsunuz. Kırılmış aynalara bakıp, bozuk merceklerle dünyayı izliyorsunuz. İnsanlara acı çektirip onların en masum anlarında, onlara en büyük silahlarınızla saldırıyorsunuz. Çünkü sizler daha önce hiç gerçekten acı çekmediniz, bunun anlamını bilmiyorsunuz. Sizler birer hastalıksınız. Çaresiz kalmış, çareleri tükenmiş birer hastalıksınız. Tanrıya yalvarıyorum: Bir gün, bir gün umarım sizlere de birisi o büyük silahını doğrultur ve tam kafanızdan vurur…

İnanın bana, bu kadar nefret, bir o kadar acıdan kaynaklı. Güvenirsiniz, güvendiğiniz her şey teker teker size yanıldığınızı ispatlar. Güveniniz orospu olur resmen, girip çıkmayan kalmamıştır. Bunların sebebi bazen bir bazen ise birden fazla orospu çocuğudur. Eğer bana soruyorsanız, benim hayatımda birden fazla orospu çocuğu vardı dostlarım. Sadece ihtiyacı olduğunda kapınızı çalan, ihtiyacı yokken siktirip giden yalancı insanlar. Hepsini bir araya koyup yakmak lazım. Benim de bir çift lafım var ama bu insanların her birine, teker teker. Ne demiş Nazım:
En güzel günlerimin üç mel'un adamı var:

"Biri sensin, biri o, biri ötekisi. Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi.
Sana gelince:
Ne ben Sezar’ım, ne de sen Brütüs’sün.
Ne ben sana kızarım, ne de zatın zahmet edip bana küssün.
Artık seninle biz, düşman bile değiliz…"

Düşünsene ya, geçmişini bir düşün. Kaç kişiden kazık yedin? Kaç kere yalanlar söylediler sana? Kaç tane adam kaldı yanında? Bak şu etrafına, gerçeği gör o kadar yalanın arasından. Senin senden başka dostun yok adamım, yok! Kalk lan ayağa, kalk ve göster. “Ben buradayım!” de ve püskürt etrafındaki tüm parazitleri. Bunu yaptıktan sonra mutluluğa erişeceksin. Güven bana adamım, erişeceksin o hep aradığın huzura.

Yalan işte böyle bir şeydir. İnsanın en büyük kusurudur. Siz, siz olun kimseye yalan söylemeyin. Bir gün gelip size de yalan söylenince kaldıramazsınız. Yalan öyle hafif sindirilebilecek bir şey değildir, zihninizden atmak ise hiç mümkün değildir. Yalancı insanları atın hayatınızdan. Bu benim sizden en büyük isteğimdir…





10 Kasım 2014 Pazartesi

Güzel bir film, güzel bir gece...

Merhabalar, bundan böyle size kendi hayatımda büyük yeri olan, üzerimde büyük etkiler bırakan filmler içinden 2 filmi her ay buradan yazacağım. Bunu bir öneri olarak alın ve bu filmleri kesinlikle izleyin, gerçekten sizde de büyük etkiler bırakacağına inanıyorum. Başlangıç olarak bu ay Contact ve Stay'le başlayacağım. Evet baya büyük bir açılış yapıyorum, bilenleriniz varsa eğer bu filmleri gerçekten tekrar izlesinler. İzlemeyenler ise ne bok yiyorlarsa bırakıp bu filmleri izlesin. Neyse, sözü uzatmaya gerek yok. Filmlere geçelim:

CONTACT:





Aslında nasıl başlasam bilemiyorum, bu filmi anlatmak için en geçerlisi sanırım şu olacaktır: "Yıldızlara bir selam çakın!". Anladınız mı ne demek istediğimi? Bu film sizi o kokuşmuş bombok hayatınızdan alıp yıldızlara taşıyor, evet bunu cidden yapıyor. İnanmıyorsan izle...

Küçük bir kız düşünün, öylesine tatlı, öylesine zeki. Babasını da öylesine çok seviyor ki bu kız, bu kız ileride büyüyüp yıldızlara adını yazacak bir kız dostlarım! Filmin isminden(MESAJ) de anlayacağınız üzere bir mesajla ilgili bu film. Evet dostlarım, dünya dışı varlıklardan gelen o klişe mesaj. Bakmayın öyle -_- Bu mesaj farklı...

Sanırım daha çok ilerlersem spoiler verebilirim, bunu burada sonlandırıp oyunculardan bahsetmek istiyorum. Başrollerde gönüllerimizin polisi Jodie Foster(Dr. Lecter desem yeter...) ve Matthew McConaughey var. Fazla söze gerek yok.

İyi sinema takipçileri hemen bir şeyi kapmıştırlar. Matthew McConaughey, babasını çok seven tatlı küçük zeki bir kız çocuğu ve yıldızlar... Evet, tabi ki Interstellar :) Interstellar'ın en çok etkilendiği filmdir bana göre Contact. Herkes 2001 diyor fakat ben salonda Interstellar'ı izlerken sanki Contact'ı baştan izliyordum, üstüne biraz 2001 serpilmişti sadece ve tabi ki Nolan dehası...

Bu filmi izleyin ve yıldızlara bir selam çakın dostlarım, iyi seyirler!



STAY:






Şunu söyleyeceğim en baştan: Bu filmi düzgün bir psikolojiyle izleyin, yoksa filmin temposuna kapılıp gerçek hayattan kopabilirsiniz. Ayrıca bunu bir uyarı olarak da alabilirsiniz. Bu film sizi, sizden alacak buna emin olun.

İntihar edeceğini kafasına koyan bir genç ve onu durdurmaya çalışan bir psikolog. Görülen bu, acaba gerçekten görülen gerçek mi? Gerçek olan nedir, gerçeği bulmak ne kadar zordur? Bir insanı ölümden kurtarmak mı yoksa kendi hayatın mı daha önemlidir? Ya da tekrar soruyorum bunların hepsi bir yalan mıdır yoksa gerçek midir?

Bu sorulara birer cevap almak mı istiyorsun? Aç o zaman şu siktiğimin filmini izle. Çünkü daha çok konuşursam, gerçi şu durumda bunu "daha çok soru sorarsam" ile değiştiriyorum, spoilera girer.

Oyuncu kadrosundan bahsedelim. Ewan McGregor(Kendisi tanımayanlar için meşhur Obi-Wan Kenobi'nin(Gençliği, yani "seni sevmiştim Anakin, kardeşimdin..." olanı.) ta kendisi ve uyuşturucu bağımlısı gencimiz Renton. Bunları da bilin yahu...), Ryan Gosling(Notebook...) ve güzeller güzeli kızımız Naomi Watts...

Gördüğünüz gibi ultra sağlam bir oyuncu kadrosu var filmin, Neyse, uzatmayalım. Bu filmi de izlediğiniz de bir hssktr çekeceksiniz ki koca mahalle duyacak. İzleyin, izlettirin!







7 Kasım 2014 Cuma

Interstellar

Açık konuşacağım, filmden çıktım ve eve daha yeni geldim. İçimde bunu haykırma isteği var. 
Carl Sagan der ki: "Bilimi açıklamaktan kaçınmak, bana son derece ters gelen bir tutum. Birine aşık olduğunuzda, tüm dünyaya duyurmak istersiniz.". Bende bunu örnek alarak diyorum ki, böyle bir filmi övmemek, anlatmamak benim için çok ters bir durum. Ben bu filme aşık oldum ve bu hafta içinde kesinlikle bir kez daha izleyeceğim.

Bu bir eleştiri yazısı değil, bunu unutun. Çünkü filmin eleştirilecek tek bir noktasını dahi göremedim.
İlk olarak yazımın başında şunu söyleyeceğim ve zaten yazıyı kısa tutacağım: Ben daha önce böyle bir film izlemedim...

Film öyle bir atmosferdeydi ki sanki 2001'i ve Contact'ı harmanlayıp, eksilerini bir kenara atıp bir şaheser yaratmış Nolan. Tüylerimin o diken diken oluşu ki bu öyle her filmde olan bir şey değildir. Bilim kurguya, dramı bu şekilde uyarlayıp üstüne birde epik bir macera ekleyip bir destan yazdı Nolan. Bana sadece bunu övmek düşecektir.

Övülmesi gereken başka bir büyük detay ise kesinlikle oyuncu şeçimi. Yani Matthew McConaughey’nin oyunculuğuna diyecek yok zaten, hakkını öyle bir vermiş ki bir hassiktir çekiyorsun! Anne Hathaway zaten o zarifliği ve güzelliğiyle harmanlanmış mükemmel oyunculuğuyla beni resmen büyüledi.

Beni bilen bilir, bilmeyenler için söylüyorum ben gideceğim filmlerde merak dozumun artması için öncesinde hiç araştırma yapmam. Ne oyuncu, ne senaryo. Sadece oradan buradan(Trailer vb.) gördüklerim kadar bilgim olur ve bunun neticesinde filmde Matt Damon ve özellikle Ellen Burstyn’i görmek benim için çok zevkliydi. Film Nolan’ın filmi olduğu için zeki profesör rolünde Michael Caine’i görmek beni pek şaşırtmadı doğrusu J

Neyse, fazla söze gerek yok. Son yılların, belki de dünyanın en iyi Sci-Fi/Drama filmiydi. Ben ciddi şekilde etkisinde kaldım. Kesinlikle gidip bu filmi sinemada izlemelisiniz. O atmosferi yaşamalısınız…





1 Kasım 2014 Cumartesi

Aşk Üzerine

Ben eminim ki insanlar olarak başımıza gelebilecek en kötü şey, en kötü lanet mutsuzluktur. Öyle ki insanı içten içe benliğinden koparıp yırtık parçaları teker teker yakar.

Aslında benim görüşümle mutsuzluğu etkileyen en büyük unsur kurduğumuz hayallerdir. Hayal kırıklığı bir insanı öldürebilir veya daha kötüsü süründürebilir. Siyah bir sayfayı siyah bir kalemle karalamaya benzer kurduğumuz hayaller. Fakat biz hayal kurmaktan asla vazgeçmeyiz çünkü hayaller bizim çökmüş ruhumuzun gıdasıdır.

Sorarım size Güneş’in doğuşunu reddedebilir misiniz? Kalbinizi durdurabilir misiniz veya aynı kareye iki defa yağmur damlası düşürebilir misiniz? Hayal kurmakta böyledir siz ne bok yerseniz yiyin aklınız gene sizi zayıflatacak bir hayal kuracaktır çünkü, “Akıl düzenbaz herifin ta kendisidir. Onu o ya da bu şekilde mutlu etmenin bir yolunu bulamazsınız.” demiş John C. Parkin.

Tahminimce kurduğunuz hayallerin bir kısmı hatta büyük bir çoğunluğu duygusal hayallerdir. Size bunu TV idolüm olan Sherlock’un bir repliğiyle hatırlatayım:  “Duygu denen şey, sadece kaybeden tarafta bulunan kimyasal bir kusurdur. Her zaman aşkın, tehlikeli bir dezavantaj olduğunu varsaymışımdır.” Aşk sizi kullanır ve zayıflatır. Güçsüz kılar, evet dostum bu böyledir.

Geçenlerde bir arkadaşım soruyor işte bana: “Neden böyle be, niçin mutlu ettiklerimiz tarafından hiç mutlu edilemiyoruz? Bazen düşünüyorum, her şeyi, herkesi atmak şu hayatımdan. Ne dersin? Atabilir miyim şu aşkı hayatımdam”

Ne mi derim? Tam olarak şöyle derim: N'apıyorsun be azizim? Öyle kolay değil işte o, her ne olursa olsun değil. Dönüp arkana bak, eğer bıraktığın izler, sende bırakılan izlerden azsa sen kaybettin. Şerefine bir kadeh içerim, olmadı iki kadeh, şişenin dibini görmekte varsa kaderde ne yapalım içicez bu gece. Al sende doldur bir kadeh, gül rengi şarap var, içilmez mi bu kara günde?...

Kaç defa söyledim sana? Ne laftan anlarsın, ne söz dinlersin. Sen kendini ne sandın? Onların canımı olacaktın be adam? Pehh… Kaptırma kendini bunlara. Sana canım diyecekler, canları olmadığın halde. Sen onları kendinden sakınacaksın, kendini öldüreceksin ama onlara dokunamayacaksın. Onlar ne mi yapacak? Seni alıp bir oyuncak gibi oynayacak, sonra atacaklar bir kenara. Düşüncelerine telaffuz bir kelime bulamayacaksın, onlar dinleyip dinleyip susacaklar. Bazen gülecekler, yalandan da olsa. Sen gözlerine bakıp inanacaksın, onlar ise gözlerini hep başka tarafa çevirecekler. Rüyaların var biliyorum, hiç uğraşma onlar yakında kabus olacak. Kokularını bırakacaklar, gülüşlerini, masumluklarını, seni seviyorumlarını, tutulmamış sözlerini… Sende sadece bunlar kalacak ama onlar bu gamlı adamdan çoktan firar etmiş olacaklar.

Bak şu gökyüzüne, yukarda bağıran bir adam var. Sakın ha onu dinleme, o her şeyi bozan orospu çocuğunun ta kendisi. Ne diyorduk inanmadığımız o tanrıya? “Sevgisini geri istiyorum, onu geri istiyorum.” Bu kadar düştük biz ha, ne zaman böyle parçalandık be? Kalan sağlar bir kerede bizim olsun, çok mu şey istiyoruz? Niye kimse bizi özlemedi  ha? Niye sevmedi , ne yaptık ne günah işledik? Beddua falan mı aldık acaba ha, ne dersin?


Hiçbir şey deme aslında. Olay ne biliyor musun? Biz onları saf duygularımızla yoğurduk, kendi canımızla besledik, mutluluğu gömdük ruhlarına. Şimdi tüm insanlığı alıp önüme soruyorum: Biz nerede hata yaptık? Aslında hata falan yapmadık dostum, sadece normal bir insanı tanrı yaptık. Sonra tanrı bizi unuttu. Ama biz onu hiç unutmadık, çünkü onu öldürdük. Kalbimizde yaşıyor bu günlerde…


feedburner facebook twitter youtube google+ feedburner
feedburner