11 Temmuz 2015 Cumartesi

La bu John Connor size ne etti gardaş?

Öncelikle söze girerken baştan şunu söylemek istiyorum, film izlediğim en iyi Terminator filmiydi. Ceymis Kamuran (A.K.A James Cameron) abimizin de röportajında belirttiği gibi gerçekten 3. Terminator filmiydi kendileri...

Zamansal algımızı tamamen karıştırıp, bizi paradoksların içinde bırakan bir film olmuş, senaryo gerçekten çok çok iyiydi. Filmin geri kalanına daha sonra değineceğim ama tek bir şey dışında çok çok iyiydi demem gerek daha doğrusu. O şey ise John Connor...

Söze daldan atlayarak falan gireceğim kusura bakmayın ama sen koskoca John Connor'ı al, Skynet'in köpeği yap. Oldu mu lan bu, nasıl iş olum bu? Böyle John Connor mı olur lan?! (Bkz: Resim 1)

(Resim 1)

John Connor dediğin yüzünde yarasıyla, elinde geleceğin silahıyla, bazen yalnız bazen direnişiyle, bazen canı kanı kankası babası Kyle Reese'le(Bkz: Resim 3) makinelerin korkulu rüyası, avcısıdır! (Bkz: Resim 2)

(Resim 2)

(Resim 3)

Şuana kadar John Connor'ı oynayan aktörleri artık sayamıyoruz, filmidir dizisidir şusudur busudur haddini aştı bunu hepimiz biliyoruz ama Jason Clarke bana göre en iyi John Connor'dı, En son Christian Bale felaketinden sonra gerçekten karşımıza adam gibi bir John Connor çıkarabilmişler demiştim ta ki John Connor'ı önümüze bir makine olarak koydukları ana kadar. Çocukluğumuzun kahramanını alıp kötü adama dönüştüren bu zihniyeti kınıyorum! Fakat filmin başlarında gelecekte ki Skynet'e saldırıyı yöneten John Connor direnişe gaz verme konuşmasını yaparken tüylerimin diken diken oluşunu hala hatırlıyorum sayın seyirciler...

Neyse John Connor'ı bu kadar eleştirdiğim yeter, odamda oturmuş sigaramı tüttürürken kapıyı yeniden programlanmış bir T-800'ün kırıp beni John Connor'a hakaretten öldürmesini istemem doğrusu...

Gelelim filmin geri kalanına, gerçekten nereden başlasam bilemiyorum. O kadar iyi bir film izledim ki, tek saniyesinde bile sıkıldığımı hatırlamıyorum.

Öncelikle Moruk'tan(Kim olduğu bilinmeyen bir abimiz tarafından yeniden programlanıp Sarah Connor'ı 9 yaşından itibaren korumak için geçmişe gönderilmiş bir başka T-800) başlamak istiyorum filmi övmeye. "Yürü be Arnold, kim tutar lan seni!" diyerekten başlayalım... (Bkz: Resim 4)

(Yazının buradan sonraki kısmını bunu açıp okuyun.)

(Resim 4)

Asalete bakar mısınız? Şu duruşa bir bakın, karşınızda Old Men T-800! Altını çizerek söylüyorum: Moruk ama antika değil...

Genç T-800 gelecekten gelip apaçilerden donlarını istiyordu ki bir baktık elinde pompalısıyla bir yiğit geliyor uzaklardan. Sıktıkça sıkıyor genç versiyonuna, öyle bir girişi vardı ki hala aklımdan çıkmıyor. Sonra başlıyorlar kavgaya, eşi görülmemiş bir kavga belkide, T-800 vs. T-800... (Bkz: Resim 5)

(Resim 5)

(Bu arada siz sormadan ben söyleyeyim, terminatorler yaşlanmıyor fakat üstlerindeki orijinal insan dokusu olduğu için görünüşleri gün geçtikçe yaşlanıyor.)

Kavgaya kendimizi tam kaptırdığımız anda arkada 50 kalibrelik bir sniperla gözümüzün nuru Sarah Connor beliriyor ve bir anda T-800'e öyle bir sıkıyor ki hık bile diyemeden gözlerinin kızıl ışığı sönüveriyor. Meğersem kendisi baya baya ölüm meleği olmuş bile, o kadar ölüm meleği olmuş ki Kyle Reese'i bile T-1000'in elinden tereyağından kıl çeker gibi kurtarıp T-1000'i yok ediyor yahu kızımız... (Bkz: Resim 6)

(Resim 6)

Linda Hamilton'a haksızlık etmem asla, en iyi Sarah Connor oydu ama Emilia'nın da hakkını yememek lazım şimdi, gerçekten muhteşem oynamış...

Ayrıca a dostlar şuana kadar hem ejderha hem terminator beslemiş kaç aktris var piyasada allaşkına?

Moruk(Yaşlı T-800) Sarah'ı 9 yaşında gelecekten gelen T-1000'den kurtardığından beri resmen Moruk, Sarah için bir baba gibi olmuş. Aralarında ki bağ o kadar kuvvetli ki, Sarah onun için kendini tehlikeye bile atabiliyor. Tam bir takım olmuşlar işin doğrusu, mükemmel bir takım... (Bkz: Resim 7)

(Resim 7)

Öte yandan Moruk'un bazı sahneleri gerçekten insanın içini burkuyor, o kadar iyi bir karakter tasarlamışlar ki hemen kanınız kaynayıveriyor. Moruk'a bir şey olunca sanki size olmuş gibi oluyor... (Bkz: Resim 8)

(Resim 8)

Skynet'e gelince, asıl bomba burada! Bizim şu doktor nam-ı diğer zaman lordu gelmiş burada da Skynet'in canlı kanlı hali olmuş. Çok rolü yoktu ama role yakışmış doğrusu Matt Smith, tebrik ederim kendisini. (Bkz: Resim 9)

(Resim 9)

Eklemek istediğim 2 şey daha var, gerçekten İYİ olmuş şeyler;

1. T-800'ün donlarını almaya çalıştığı apaçilerin sahnesi bize bir nostalji yaşattı. (Bkz: Resim 10)

 (Resim 10)

2. Diğerinin aksine Bir asyalı olduğu her halinden belli olan fakat yine aynı şekilde bir polis olan T-1000 görmeye değerdi... (Bkz: Resim 11)
 (Resim 11)

Her şeyin ardından belki de hiçbir zaman aklımızdan çıkmayacak o T-800'ün yapmacık ama bir o kadar içten gülüşü, beni kahkahalara boğmaya yetmişti... (Bkz: Resim 12)

(Resim 12)

OKUDUĞUNUZ İÇİN TEŞEKKÜRLER!













13 Mayıs 2015 Çarşamba

Karmaşa

Çıldıran bunca insan içinde, bu karmaşanın içinde küçük bir adamın ne şansı var ki yaşam uğruna? Ne şansı var acaba küçücük bir zihnin bunca kötülüğün içinde a dostlar söyleyin bana? Yanan bir ormanda küçücük tek bir ağacın kurtulma şansı sizce nedir? Yoktur değil mi? Bir mucize olmaz ise yoktur evet. Böyle mucizelerde her gün karşısına çıkmaz o adamın, bir kere çıkar ve gider. Gittiğinde ise bir daha da karşısına çıkmaz. Mucize bitmiştir, adam düştü...

Adam yaşamaya kalkıştı bu karmaşa içinde, toprağa düştü yüzü adamın. Kalktı tekrar, tutundu zarif bir dala ama bıraktı. Kırmaktan korktu onu ve bıraktı. Kendi çabasıyla kalktı ayağa. Sonra Sağlam görünümlü bir dala tutunarak iyice ayağa kalkmaya çalıştı ki ne olsun? O dal kırıldı ve adam tekrar yüzünü toprağa gömdü. Adam yine düştü...

Adam hiç olmadığı kadar acı çekti, acıyı kardeş belledi bu andan sonra. Acıdan güç almayı öğrendi ve acıyla bir bütün oldu. Artık o yıkılmaz bir duvardı. Onun duvarını balyoz ne kadar kuvvetli olursa olsun yıkamazdı artık. Ama özel bir balyoz vardı, o balyoz vurdu, duvar yıkıldı. Adam yine düştü...

Adam aldı duvarın parçalarını, harcının içine acıyı koydu, üstüne öfkeyi ve nefreti koydu bu sefer farklı olarak. Adam duvarını yeni baştan yaptı, tüm dalları korkmadan kırdı ve ayağa kalktı. Adam tam artık bitti derken, ayağı farklı bir dala takıldı yerde. Adam yine düştü...

Adamın kaderi düşmekti belki de?...

Ama adam her düştüğünde kalkmasını bildi, her düştüğünde daha güçlü kalktı adam. Hiç yorulmadı bu karmaşanın içinde. Düştü ve daha güçlü kalktı. Yine, yine, yine ve yine düştü ama her seferinde bir öncekinden daha hızlı kalkmayı öğrendi. Adam artık yenilmezdi...


7 Mayıs 2015 Perşembe

Sevgi

Bir gezegen düşünün, içinde milyarlarca canlının yaşadığı. Fakat o gezegende ki milyarlarca canlı içinde sizin için var olmuş bir canlı gözünüze illaki çarpacaktır. Sanki o sizin görüşleriniz alınarak var olmuş ki bu varoluşa ister tanrı, ister evrim, isterse herhangi sikten bir yaradılış saçmalığını öne sürebiliriz fakat görünenin karşısında zihnimiz tek bir cümle ortaya atacaktır:

"O benim ve onun için yaşayacağım."

Hah... Buna inandın mı peki? O senin falan değil aptal, hiç senin olmadı, sen bile senin değilken bir başkasının senin olmasını nasıl beklersin be adam?! Yaşamak mı? Yaşamın ha, nerede peki bahsettiğin bu yaşam? Bak önüne ve kaldır göğe şimdi pislenmiş ellerini, Tanrı'ya küfret!

"Neden buradayım, niçin bu kadar acı içindeyim seni orospu çocuğu ve o niye yanımda değil ha?!" diye haykır...

Yazık, yeni baştan yazık sana, bana, ona. Yazık herkese ve her şeye. Yazık Dünya'ya içindeki birçok caniyle yanıp kül olurken, bir karanfilin kokusuyla gelen bir ölüm gibi.

Kavramlar, bilgiler, öğrenilen her şeyin veya milyarlarca yıllık evrenimizin ve insanlık tarihimizin destansı sayfalarında gizlenen tüm gerçeğin ardından zihnimize baktığımızda bir şey görüyorum. Doğduğumuz günden itibaren oraya konulmuş bir bilgi, belki kader diyeceğim buna. Kadere inandırabilecek, Tanrı'nın varlığını sorgulamamamı sağlayacak bir etmen bu. İnsanlığı kötü olan her şeyden arındırıp kurtaracak, bitmeyen yolların sonunu getirecek, evrensel bir etmen. Günümüzde buna sevgi diyorlar ve sevginin önünde durabilecek bir güç yoktur dostlarım.

Şimdi ise kollarını açıp daha temin küfrettiğin belki inanmadığın o Tanrı'ya belki de "Sevgiyi geri istiyorum, lütfen bana onu geri ver, tek istediğim bu." diyeceksin.

Ölüm anında sevdiğiniz her bir insan gözünüzün önünde canlanır derler, peki ya biz bir insanı her an gözümüzde canlandırıyorsak ki bu insan o halde bizi her öldüğümüzde diriltiyor olmaz mı?

"Sevginin ne olduğunu gördüm, çok iyi biliyorum." diyen adam yalan söylüyordur. Sevgi anlaşılmazların belki de en büyüğüdür. Sevginin tanımını yapacak olursak iki farklı yol vardır:

Bunlardan ilki Hallelujah'dan örnek vermek gerekirse: "Aşktan öğrendiğim tek şey silahını senden önce çeken birini nasıl vuracağın oldu." cümlesidir.

İkincisi ise dostlarım gerçek sevgidir ve bunu anlatmaya kimsenin ne kalemi nede aklı yeter. Sonsuzdur, evrenseldir, barış içindedir bu sevgi...

O sevgi hepimizin içinde var fakat bunu daha görebilmiş bir adam veya kadın benim şahsi görüşümle çok azdır belki de yoktur.

Sevgiyi arayıp bulmamız lazım, sonunda yok olacak bu insanlığı ancak sevgi kurtarabilir...


6 Mayıs 2015 Çarşamba

Afiş Tasarımlarım

http://darthmufa.deviantart.com/





Afiş Tasarımlarım


http://darthmufa.deviantart.com/
















Afiş Tasarımlarım

http://darthmufa.deviantart.com/









30 Nisan 2015 Perşembe

Yaşamın Doğası

Birinin kalp atışını özleme sakın, sakın özleme birinin sana bakınca kaçan gözlerini. Özleme sarıldığın mis kokulu o teni, özleme düşlerinde bile seni rahat bırakmayan o saç tellerini. Özleme ki acımasın kalbin, yüreğin...

Tertemizdi, pürüzsüzdü sevgiler. Yeni doğan bir kuzunun yavrusu, yeni açan bir karanfil gibiydi hayaller. Ağaçların yüce gölgesinin arkasında Güneş'ten saklanırken, Güneş'i arayan insanlardık biz. Ay'ın ışığını görmek için yüce dağlara tırmanırdık. Ne oldu da acaba insanlık bitti? Sahiden bitti mi onu bile bilmiyorum. Belki ben bittim, belki de sen. Neyin nasıl olduğunu anlamak için bana gereken bilgi, artık yok. Bilgi belki de yaşatandır bizi bu şekilde. Bilmek, inanmaktır belki de has olan. Peki ya, peki ya azizim inancın yıkılınca ne olacak? Bildiklerin aslında hiç bilmediklerin olunca sana soruyorum ne olacak?!

Kırmaktan korktuğumuz o uçurum kenarındaki dallara tutunacağız. Narsistliğin basit yolunda, uzun adımlarla ufuğa zıt şekilde karanlığa gideceğiz. Öfkeyi zihnimize kural bilip, düzeni nefretle sağlayacağız. Düşünerek değil içgüdüyle hareket edeceğiz çünkü bildiklerimiz yanlış, inandıklarımız birer yalan. Yaşamımız bilgisizlikle son bulacaksa, yalanla yok olacaksak her canlı gibi içgüdüye, yaşama isteğine bel bağlayacağız belki de. Hatta ve hatta belki de falan değil, bizzat içgüdüleriyle hareket eden bir hayvan gibi olacağız. İçimizde bizlerde birer hayvanız sonuçta.

Taş masaya çelik kılıçlarımızı vurup haykıracağız o binbir yüzlü insanlara. Yüzlerine birer tokat gibi kendimizi vuracağız. Yanan bir gözün bakışı veya kör olmuş bir aslanın içgüdüsü gibi bizlerde saldırganlaşıp önümüze çıkan her güzel şeyi birer paçavra gibi yırtıp atacağız. Zihnimizde yalnızca silüetleri kalan, gün geçtikçe yok olup birer yabancıya dönen insanları bir gün tutup kendi ellerimizle boğacağız. İçgüdüsel olarak, bir hayvan olarak kendimizi korumanın temelini atacağız ve yaşamın doğasının farkına varacağız...


7 Nisan 2015 Salı

En Büyük Esaretimiz

En büyük esaret nedir? Sözlerimizin kısıtlanması mıdır, sömürge altında yaşamak mıdır, kanunlar mıdır veya herhangi bir saçma sapan aciz insan aklından çıkma fikirler midir? Herkes bir seviye kendi potansiyelinde özgürdür aslında, kendi zihninde fakat bizim esaretimiz doğmadan, yaratılmadan önce başlar. Zihnimizin yapabileceği veya düşünerek aşamayacağımız öyle büyük bir esaretimiz vardır ki bu sadece insanoğlunun değil Dünya adını verdiğimiz, evimiz olan bu gezegende ki yaşayan tüm canlıların ortak esaretidir. Bunun adı bir nevi günümüzden yaklaşık 3 asır önce fiziğinin şekillenmesini sağlayan insanların içinden belki de en büyüğü olan Isaac Newton tarafından konulmuştur, adı Kütle Çekim Yasası'dır. Bu yasayı bir dayanak olarak adlandırırsak adı kısa bir tabirle Yer Çekimi'dir. Sizin, benim veya onun en büyük esareti yerçekimidir. Kabul edin veya etmeyin ben inanıyorum ki insanoğlu esaretini ancak Dünya dışında başka herhangi bir yerde doğduğunda kaybedecektir.

Doğduğum günden beri tek bir şeye inandım ve tek bir şey istedim. Dünya'nın bizler için bir hapishane olduğuna inandım ve Dünya'dan biran önce kurtulmak istedim ve hala istiyorum. Biraz bilim kuru gibi mi geldi? Hayat aslında bir bilim kurgudur zaten. İnsanoğlunun uzaya çıkması veya Ay'a attığı ilk adım, esaretin biraz olsun yıkıldığını gösterir bize. Bildiğimiz üzere Yuri Gagarin insanlık tarihinde uzaya çıkan ilk insandır ve bunu anlatmak için şunu söylemiştir: "Burada bir Tanrı falan göremiyorum." Dünya'dan ilk çıktığımız anda bir esaretimizden kurtulmuş olduğumuzun en büyük kanıtı Yuri Gagarin'dir. Bunun ardından Ay'a ilk ayak basan insan olan Neil Armstrong'un söylediği söz çok büyük bir anlam içerir. Derki: "Bir insan için küçük, insanlık için dev bir adım." Yani bu, Dünya haricinde herhangi başka bir kara parçasına, kütleye ayak bastığımızda esaretimizden biraz daha kurtulduk demektir. 

Yüzyıllardır bizler, insanlar, en büyük hapishaneden çıkmak için farklı farklı çözümler arıyoruz. Bu fikri yıllar öncesinden hayal edip, yazıp, çiziyoruz.(Jules Verne - Ay'a Yolculuk bunların başlıcasıdır.) Yeni icatlar geliştirip, yeni keşifler yapıyoruz. Bunun üzerine sayısız sanat eseri ortaya koyuyoruz.(Bilim Kurgu) Size yüzlerce eser sayabilirim bunun hakkında, en büyük hayalimiz bu hapishaneden kaçmak, bunu biliyoruz.

Yaptığımız ve yapmak üzere olduğumuz her şey artık yüzyıllardır süren esaretimizden kurtulmak için ve yapabileceklerimizin bir sınırı yok, buna inanıyorum ve güveniyorum. Esaretimizden kurtulacağımız gün yakındır!





1 Mart 2015 Pazar

O İnsan

Kadere inanmaya başladım artık şu son dönemlerde. "Ah kader, kanlı kader!" dediğim günlerde oldu yalan söyleyecek değilim, ya da inanmadığım bir tanrıya "Sevgisini geri istiyorum..." diye yalvardığım o günler. Abuk subuk insanların abuk subuk neşelerini kendime düşman ilan etmiştim, bencil bir pislik gibi. Banklarda yatıp, o bankta kaç paket bitirdiğimi, kaç şişe devirdiğimi hatırlamıyordum bile zaten. Koşturmaktan yorulmuş bir koşucu gibi ne yapacağımı bilmiyordum. Sonra bulutlar çekildi, Ay yeniden çıktı ortaya o kapkaranlık gökyüzümde. Kaderdi belki, belkide tanrının bana bir lütfuydu. Her ne ise ama tekrar koşmamı sağlayan da oydu aslına bakarsanız.

Aragorn'un destansı bir şekilde Ölüler Ordusu'yla gelip günü kurtardığı gibi, benim günümü kurtaran da o melekti işte. Şimdi kim ne derse desin Dünya güzel bir yer, yaşamak zor ama güzel. Belki de yanımdaki insana bağlıdır güzel olan şeyler, kim bilir. Bazen karanlığı sevdiğim, bazen ise aydınlığı aradığım bir dünyadayız. Kalkıp gitmek mümkün değil, huzur dediğim şeyin dorukları o insanın yanında mümkün.

O insan ki beni en mutlu anımda mutsuz, en mutsuz anımda mutlu edebilir. Yaşattığı güzelliğin veya acının bir sınırı olmayabilir. Ama bunlarında ardından tenine dokunduğum anda hissettiğim o şey, hayatımda ki tüm acılara bedeldir. Ölümü bile es geçip, ona odaklanırım. Deliliğin başladığı yer tam da burasıdır, yani onun yanı.

Şimdi söze nasıl girerim bilmiyorum, kelime haznem geniştir ama kelimeler anlamını yitiriyor. İçimdekini anlatacak bir kelime yok, bir anlam yok. Ben bu blogda ne yazdıysam zaten o insanı referans alarak yazdım, o insan benim ilham perim...

Şimdi bir zaman yolcusu için geçmiş, gelecek veya bugün neyse benim içinde o insan odur. Yaşadığım ve yaşayacak olduklarım, ondan ibarettir. Gökyüzü benim için onunla çevrilidir, ne zaman yukarıya baksam onu görürüm. Yeryüzü odur, ne zaman aşağıya baksam gene onu görürüm. İçtiğim her sigaranın veya her kadehin adı odur. Gittiğim her filmin, okuduğum her kitabın, dinlediğim her şarkının, izlediğim her dizinin, çizdiğim her resmin, yazdığım her yazının, aldığım her nefesin ve yaşadığım her günün adı o olduğu gibi...

Bir anne şefkatiyle, bir denizcinin denize olan aşkıyla, yaşanılan tüm duygularla, bildiğim veya bilip bilebileceğim tüm gerçeklerle, ölüm anındaki bir insanın yaşama içgüdüsüyle, tüm varoluş veya yaradılışla, bir şövalyenin ülkesine olan bağlılığıyla, hayata yeni gözlerini açan bir bebeğin yüzündeki o masumlukla. Seviyorum onu Nazım'ın, Piraye'ye olan aşkıyla...






25 Şubat 2015 Çarşamba

Yaşamam Gereken Hayat

Nasıl girsem bilemiyorum, konu aldığım şeyi açıklayacak bir kelimenin olduğunu sanmıyorum zaten. Birkaç şekilde anlatmaya çalışacağım sadece...

Zamanın her canlı için göreceli olduğunu biliyorum, ve bunu bilimsel bir yönden değilde soyut bir kavramla ele alacağım. O kavramın ismi: Sevgi. Biliyorum ki sevgi evrenseldir ve insanoğlunun yaratıldığı ilk günden beri öne gelen en büyük unsur sevgidir. Sevgi sizi deşifre eder, içinizdeki kötü duygularla süslenmiş masum yaratığı ortaya çıkarır. Zihninizin o en derinliklerinde yatan, oraya önceden konulmuş bir şeyi uyandırır çünkü sevgi insanın yaşama içgüdüsünü bile kontrol edebilecek bir içgüdüdür aslında. Şimdi asıl olay zamana niçin bu şekilde girdiğimi açıklayayım:

Zaman insan için görecelidir demiştik ve bunu sevgiyle ele alacaktım. Evet, böyle bir delilik yapıyorum. Dostlarım eskiden yıkılmaz tabuları olan sabit bir insandım, sonra biz daha hiçbir şey bilmezken bildiğimiz, içimizde var olan o şeyi keşfettim: Sevgiyi. Ve sevginin her insana layık olabileceğini ama dünya üzerinde sadece tek bir insana yönlenebileceğini keşfettim. O insanın yanında iken zaman benim açımdan hızlanıyor, gördüğüm her şey parıl parıl oluyor, dünya yaşanacak bir yer olarak gelmeye başlıyor. Zamanda sevgiye dahil, evet...

Sevginin evrensel olduğundan bahsettim. Bunu açıklamam gerekirse bizim içinde bulunduğumuz evren yani Kozmos, içinde kendi kurallarını barındıran yıkılmaz bir bütündür aslında. Sevgide aynı bunun gibidir, sevginin kendine has yıkılmaz kanunları vardır. Bu kanunlar sizi süründürebilir veya o bulunduğumuz evrenin en mutlu ve en huzurlu insanı yapabilir. Bu sevginin layık olacağı o canlıya bağlıdır...

Burada içimi ve o insana olan sevgimi kendi fikirlerimle ve değişik metaforlarla ortaya koymaya çalışıyorum, çünkü bunu yapmak istiyorum! "Birine aşık olduğunuzda bunu tüm dünyaya duyurmak istersiniz." demişti Carl Sagan, bende bu doğrultu üzerinde gidiyorum, birine aşık oldum ve onu tüm dünyaya duyurmak istiyorum! Duygularımın en masumlaştığı, karşısında etkisiz kaldığım, en zayıf noktam olan o insanı tüm dünya bilsin istiyorum!

En ulaşılmaz soruların bile cevaplandığını, karanlıkların bir anda aydınlıkla süslendiğini, sevgisiz bir zihinle görülmeyen şeylerin aslında ne kadar muhteşem göründüğünü, insanın gerçekten insan olmak için ihtiyaç duyduğu tüm etkenleri, birinin yüzüne baktığınızda kalbinizin aniden hızlanacağını, kim ne derse desin sadece kendinizi dinlemeniz gerektiğini, sarılmanın ne demek olduğunu ve şairlerin niçin şair olduğunu anlamamı sağlayan o insana!

Sabah uyanınca ilk aklıma gelen şey, bölüm sonu canavarını yok etmek için gerekli olan o silah, yıpranmış kalbimin hala atmasını sağlayan ilaç, en büyük hazineye götüren kadim harita, geçmişi unutup geleceği görmemi sağlayan zaman makinesi ve gökyüzüne ulaşmamı sağlayan bir el...

Öyle bir teni var ki kadim ejderhaların alevlerinin bile eritemeyeceği bir buz dağı gibi, tarihin tozlu sayfalarında sırları saklı bir mutluluk büyüsüydü gözleri, gökyüzü karardığı anda dalgalanıp havayı berraklaştıran birer melekti sanki saçının her teli ve yetmeyecek biliyorum ama benim yaşamam gereken bir hayattı o sanki...


29 Ocak 2015 Perşembe

Bildiğiniz Gibi

Biliyorum bitmeyecek o yol, sonunda umut olan o yol. Gelmeyecek giden geri, bir kez dahalara bel bağlamanın zamanı değil. Susmayacak, biliyorum susmayacak kafamın içindeki serseri, bildiğini okumaya devam edecek. Kalmayacak anılar ilk gün ki gibi, saf ve el değmemiş...

Görünen o ki, artık durmuyor zaman çünkü yok yanımda olay ufkum. Ben bu filmin her daim baş rolü olmayı kabul ettiysem de yönetmen bir türlü filmi bitiremiyor, sürekli sahnelerimi çekip çekip siliyor. Sonra kendimi, sonra işte oturmuş yalnız başıma bir bankta, belki de elimde pekte sevmediğim bir sigarayla aynı şarkının, aynı satırlarını tekrar tekrar okurken buluyorum. Şarkı güzel, güzel ama çok acıtıyor be usta.

Güzelsin aslında gördüğüm ilk günden beri ya da ben farklı bir gerçeklikte kendimi avutuyorum. Yeniler, eskiler veya herhangi sikten bir şey beni uzaklara daldırmaya yetiyor. Uzak durduğum an daha çok yaklaştığım, yaklaştığım an daha çok uzaklaştığım kainatın en yüce yıldızı gibi. Yani sanki her gece dinlediğin bir şarkıyı gün gelip unutup yıllar sonra tekrar dinlermiş gibi. Veya Nazım'ın dilinden anlatmak gerekirse: "Seviyorum seni, ekmeği tuza banıp yer gibi..."

Aklımda beliriveriyor günler, tazeliyorum bazen, bazen bakıyorum unuttuğum oldu mu acaba diye. Çünkü unutmak, unutmak benim gibi birine yakışmaz. Korkakların aksine ben her şeyi hatırlamalıyım, ne kadar acıtsa bile hatırlanacak tekbir şey bile beni yaşatmaya yeterlidir. Gökyüzüne bakıp, bakıpta hani bağırıp, haykırıp sonra arkama dönüp tekrar bağırmak istiyorum. Savaşta düşman cephesinde ki beni lime lime etmek isteyen askerin ben tekrar yaralarını sarmak istiyorum çünkü benim içimde olan bu şey ki ben bazen buna vicdan adını veriyorum, beni buna yapmaya zorluyor. Sonrası bildiğiniz gibi, hala sessiz çığlıkları olan sessiz bir adamım...


14 Ocak 2015 Çarşamba

Onlar sadece ölümü hak eder...

Size en büyük komplo teorisinden bahsedeyim. Onun adı ölüm ve sizin bir ölüden tek farkınız düşünebilmeniz. İnanın bana dostlarım, ölüm etrafınızda kol gezerken pek hata yapma şansınız yok. Şu sik kadar hayatınızda, hayatınıza sokacağınız insanlara dikkat edin, öyle hemen dibini görmediğiniz suya atlamayın. Sonra pek bir şansınız kalmıyor, o suyun içindesiniz ve yüzme bilmiyorsunuz. Olan bu ve bunu değiştirmenizin imkanı yok.

Neden buradayız, niçin gönderildik? Acı çekmek için mi? Tabi ki hayır, bizler o zehirlendiğimiz yemeği sırf tadını beğendiğimiz için tekrar yemek adına gönderildik. Yaptığımız ve yapacaklarımız, bizlere sadece bir yön belirleyecektir. 1'ler ve 0'lar, aynı bir bilgisayar gibi. O yemeği tekrar yediyseniz hayatınız 0'larla doludur, eğer iradeniz güçlü ve yemeği önünüze koydukları an fırlatmış iseniz siz 1'lerle dolu bir yaşamdasınız ve size tanrı dahi dokunamaz çünkü siz zaten tanrının lütfuna erişmiş birer zihinsiniz.

Kendi kaldırımında, kendi kaldırım taşlarını söküp yerine yenilerini koymayı bilmeli insan, ahmak insan. Hiç bir zaman bilemeyecek olan insan. İster buna kader deyin, isterse herhangi sikten bir terim. Ben buna insanlığın sonu diyorum. Gözünüzün önünde olup biten o saf gerçeği insanlığınızla birlikte bir mezara gömüp yerine kendi yalanlarınızı(İhtiyacınız olan gerçekleri.) koyduğunuzda, size yardım edecek bir kimse yoktur.

Kalan sağlar onların, ücra kuytular sizin olacak. Geçmişte yaptıklarınız sürekli sizi gelecekte takip edecek. Sonra bir zihnin dayanma sınırını aşıp sizde onlar gibi olacaksınız. Onlar ki riyakarlığın kitabını yazmış insanlardır. Onlara ne güvenilir, ne de peşlerinden gidilir. Onlar sadece ölümü hak eder, sadece ölümü...



9 Ocak 2015 Cuma

Artık gözlerinizi açma vakti...

Aslında benim kelime haznem çok genişti, size söyleyebileceğim her şeyi söyledim. Gene yetmedi. Anlamadı, anlamadılar, ben hiç anlatamadım...

Birkaç ufak yalan, bazen ise inanmak bile istemediğiniz gerçek yalanlar. Yalanın gerçeği mi olur? Evet, olur! Eğer ki bir yalana dahi inanacak kadar düştüyseniz size söylenilen her yalan aslında birer gerçektir. Diz çöküp ona, gel biraz daha sik belamı dediyseniz, işte bunlar gerçeğin ta kendisidir. Karşısına çıkıp yüzüne bunu vurmuyorsanız eğer, elinizden sadece birkaç duvar yumruklamak geliyorsa veya bazen karanlığa gömülmek, sadece oturup bir sinema da film izlermiş gibi onu izlersiniz. O sizi yok ederken tavırlarıyla, siz sadece bugünde benimle diye belki de inanmadığınız bir tanrıya dua edersiniz. Çünkü siz gerçeğin içinde kaybolmuş, yalandan arındırılmış bir meleksiniz. O ise kendi dört atlısını üzerinize utanmadan salan bir şeytan gibidir. Onun dört atlısı mı?
  1. Hayat
  2. Aşk
  3. Mutluluk
  4. Yalan
İlk önce sizin hayatınıza adımını atar, güzel bir şekilde. Sonra yavaşça yaklaşır ve hayatınız onun olur. Sonra araya aşkını sokar, sizin aklınızı başınızdan alır. Bundan sonra size mutluluk verir ki sizi son atlıya yani yalana alıştırsın. Ondan sonrası malum, artık köle oldunuz, uğraşmayın...

Bunları nereden mi biliyorum? Empati yeteneğim yüksektir ve sizleri izliyorum. Yazdığım veya yazacaklarımın hepsi genelde birer hayal ürünüdür. Siz can çekişirken öyle seyirci kalamadığım için burada bu sözleri dile getiriyorum. Bazen kendi hayatımdan alıntılar yapıyorum, yazının başında olduğu gibi. Umarım beni anlarsınız ve size zararı dokunan o zehirli çiçekleri biran önce hayatınızdan çıkarırsınız dostlarım. Artık gözlerinizi açma vakti...


feedburner facebook twitter youtube google+ feedburner
feedburner