• Hayat Üzerine

    Umut etmeyi umut ederken kaybettik...

  • Mutluluk Üzerine

    Tek hedefimiz yüce olmayan bu hayatta yüce olmak...

  • Yaşamam Gereken Hayat

    Ama benim yaşamam gereken bir hayattı o sanki...

  • Şiirsel Gecenin Kör Ağıdı

    Öldürmekten tiksinen bir seri katilim...

"En zayıf ısık bile çok güçlü parlar, karanlık tarafından kusatıldıgı zaman."

5 Ağustos 2016 Cuma

Dört Element

Güneşin her doğuşunda biz insanoğluna umudu simgelediği gibi, bana sevgiyi simgeleyen bir insanın olması hayatımda belki de yaşamımın anlamıdır.

Sonbaharda yaptığım doğa yürüyüşlerinde sevdiğim, en çok sevdiğim; Ağaçta kalan o tek yaprak, tüm yaprakların dökülüp sadece bir yaprağın kaldığı o yüce ağaç. Böyle bir şeyi görmek olasılıkların dışındadır. İşte hayatınızda gerçek sevgiyi bulmakta olasılıkların dışındadır. İmkansızı aramakla aynı şeydir, diğer adına delilik demek istiyorum ve imkansıza ulaştığınız anda, delilik baş göstermeye başlıyor...

Bir astronomun evreni anlatmaya çalışması gibidir sevgi. Temel etmenler, kanunlar, teoriler veya bilinen onca şey var ama ne olduğunu hala bilmiyor. Evrene öyle bir gözle bakıyor ki, avucunun içinde tutmak istermiş gibi, çünkü evrende onu çeken her şey bulunuyor. İşte benim gözümden sevgi de budur, tam anlamıyla bu. Sevgi benim evrenimdir, ben o evrenin içinde kayboldum ve inanın yolumu bulmak istemiyorum. Yolum sisli ve puslu olsa dahi, zifiri karanlıklar da gün ve geceyi unutup, Güneş'in sıcaklığı tenimi aydınlatmasa dahi ben yolumu bulmak istemiyorum. Kısa yaşamım da en çok korktuğum şey bilinmezlik olsa dahi, bu bilinmezlikte yalpalanmak istiyorum.

Damarlarımdan akıp beynime akın eden her damla kan onun ismini taşıyor. Yüce saadetin bir tohumu beynimde yeşeriveriyor. Kalkışmaların en büyüğü, gözle görülmeyen bir gerçeklik. Yerkürede ki son çiçek veya okyanusta ki son balık. Bin kere ölüp dirilsem, sanki yine benim olacakmış gibi, tamamen saf ve tamamen kudretli...

Yaşamam için gereken 4 element sanki kendisi; ateş, su, toprak ve hava;

Bir gülüşüyle ateşini salabiliyor üstüme, eritiyor aklımı,
Bir sohbeti yaşamın temel kaynağı, ıslatıyor tüm kalbimi,
Bir bakışı yüce yaradılışın simgesi, parlatıyor gözlerimi...
Bir dokunuşu ise dağların içinden fışkıran bir rüzgar, dolduruyor ciğerlerimi...

Sanki bin asırdır sevmişim seni, daha varolmadan hiç etmişim günlerimi. Tüm gerçekliği senin adına kurmuş, senin için renklendirmişim geleceği...

Tıpkı günün geceyi aydınlattığı gibi aydınlatıyorsun varoluş sebebimi;

Bu sebep ki sensin ve daimi sen kalacaksın.

Yaşanan onca şey, yaşanmamışın aynası olsun, kurumuş topraklar yemyeşil ağaçlarla süslensin ve sen hangi zaman dilimde olursan ol, sevgim yine seni seçsin. Ölümde dahi, gözlerimin akı bir tek seninle parlasın. Her mutluluğum da tepemdeki gökkuşağı seninle açsın. Beynim yine her bir nörona sen diye haykırsın. Sen ki; Donmuş dağların eteklerinde ki rüzgarlar gibi es üstüme, kapat beni dışarıdaki tüm üzüntülere. Cennetin ırmaklarında, tertemiz sularda yüzelim seninle, ve seninle gitsin ömrüm geleceğe ki gelecek sen ol bu kısacık ömrümde...

21 Ocak 2016 Perşembe

Star Wars: Force Awakens - Supreme Leader Snoke Teorisi

Yazıya başlamadan önce uyarmak istedim, gerçi baya bir süre geçti filmin vizyon tarihinden ama bazı aveller var hala gitmeyip, utanmadan "bana spoiler vermeyin haa!" diyen. Bu sözüm onlar için; BU YAZI AĞIR DERECEDE SPOILER İÇERİR KARDEŞİM!

Ayrıca Genişletilmiş Evren artık silindiğine(Efsane olduğuna) göre, artık o evrene bakıp konuşamayız. Artık sadece "Film Evrenimiz" var...

Son günlerde, filmden sonra herkesin ağzında bir teori, herkes tutturmuş Snoke, aslında Darth Plagueis diye, bu bana göre cidden mantıklı, eğer burada yazdığım kendi teorim gerçek değilse kesinlikle bu gerçektir! 

Daha ileri gidip saçmalayan taraflarda var; Snoke, aslında Vader diyerek. Bu teoriye ise götümle gülüyorum...

Kimsenin aklına gelmeyen veya geldiyse de benim görmediğim farklı bir detay var aslında:


SNOKE ASLINDA SIDIOUS'UN TA KENDİSİ! (Resim 1)



Resim 1



Sizlere bunu destekleyici kanıtlarla sunacağım:



KANIT 1:

Şimdi bu sahneyi tabi ki herkes biliyor ve izledi, bir daha izleyin...



Şöyle bir düşünelim; Vader, Sidious'u kanalın içine fırlattı, Sidious kanaldaki ışığın içinde kayboldu ve düştüğü yerden sadece buharlar geldi, sadece buharlar bakın. O sahnenin ardından Death Star yokolmaya başladı zaten fakat hiçbir şekilde Sidious'un cesedini görmedik ve öldüğüne şahit olmadık, olan var mı? Varsa çıkarsın vursun masaya!

Vader'ın, Sidious'u fırlattığı kanalın en son buhar kaybolunca baya bir uzun olduğu görülüyor.(Resim 2)


Resim 2


Şimdi düşünün; Sidious, Karanlık Taraf gücünü o kadar iyi kullanabiliyordu ki, böyle bir güçle o düşüşte yok olacağını ben pek sanmıyorum. Sidious'u bilen bilir, kendisi hemen hemen her işini Karanlık Taraf'ın tartışılmaz üstün Güç'üyle halleder ve bu gücü o evrende, o zamanda daha iyi kullanan bir Sith var mı? Varsa o da çıksın vursun masaya hadi! Ayrıca bu adam zamanında hocası olan Darth Plagueis'dan ölümsüzlüğün sırrını öğrendi ve bu adam bunu bilen tek kişi, Midi-chlorian'ları etkileyip onlarla hayat vermeyi veya hayat almayı bilen tek kişi bu adam, o evrende yaşadığını bildiğimiz ve ölümsüz olabilecek tek kişi tartışmasız bu adam...

Şimdi gözlerimizi Snoke'a çevirelim(Resim 3):


Resim 3

Yüzüne baktığımızda bir çok yara izi görüyoruz, böyle bir düşüşten kimse yara almadan kurtulamaz, en belirgin özellik ise Snoke'un bariz bir şekilde yüzünün yanmış ve deforme olmuş olması, bir deri bir kemik. O kanalın içindeki buhar, derisini eriten buhar arkadaşlar. Erimiş derinin yüze yapışmış olduğunu izleyenler detaylı görmüştür zaten, görmeyenler de görselden az da olsa yararlanabilir ve sizden özellikle göz kısmına dikkat etmenizi istiyorum, Sidious'un göz çukurları, Snoke'ta da aynı şekilde mevcut.(Resim4) 


Resim 4


KANIT 2:

Diğer bir destekleyici unsurumuz ise yeni ergen Sith'imiz...
Evet şu arkadaş.(Resim 5)


Resim 5

İlk olarak; Snoke'un, Ben'in(Kylo Ren'in) aklını çelip onu bir şekilde Karanlık Taraf'a çekmiş olması, en sevdiklerinden, ailesinden ve ustasından ayırmış olması ve onu onlara düşman etmiş olması size tanıdık gelmiyor mu? Böyle bir kıvrak zekayı biz sadece Prequel Üçleme'de Palpatine'de(Sidious'ta) görmüştük ve Ben'in aydınlığa çekildiğini hissedebilecek kadar da güçlüydü bu yeni İmparator. Bende düşünüyorum ki; kardeşim yaklaşık 30 senede yoktan varolmadı ya bu kadar güçlü ve bilge bir Sith, olsaydı zaten saçmalığın daniskası olurdu. Bu kadar Güç, bu kadar kısa süre içinde imkansız. Bildiğiniz üzere Palpatine'in bile o Güç'e ulaşması yıllarını aldı...(Resim 6)


Resim 6

İkinci olarak ise; Ben'in dedesinin izinden gidip, Sidious'a layık olmak ve onun eğitimini almak istemesi.(Resim 7)


Resim 7


Aslında Ben, Vader kadar güçlü olmak istemiyor. Akıl hocasının gözde öğrencisi gibi olmak istiyor ve ondan daha iyi olmak istiyor. Ben'in asıl Karanlık Taraf'a çekilme meselesi de burada başlıyor çünkü sonuçta Vader, Return of the Jedi'da tekrar Aydınlığa geri dönmüştü ve o eski Jedi'a yani Anakin Skywalker'a geri dönmüştü ve Vader bu sayede yokolmuştu. Hiçbir Sith çırağı Aydınlığa geri dönen eski bir Sith Lordu'nun izinden gitmek istemez. Vader'dan istediği yardım çığlıkları da bu yüzden. Bu yüzden ona yalvarıyor, onun aydınlığa geri çekildiğini bildiği halde ona yalvarıyor, çünkü o Vader'a yalvarıyor... (Resim 8)


Resim 8

O Vader olmak istiyor, tekrar Aydınlık Taraf'a geri çekilmiş Anakin Skywalker değil! Anakin Skywalker gibi olmak istemiyor, Sidious'un gözde öğrencisi Vader gibi ve hatta ondan daha güçlü olmak istiyor Ben veya yeni ismiyle Kylo Ren.(Resim 9)

Resim 9

Üçüncü en belirgin özellik ise(ki bu en belirgin özellik bana göre); Ben'in "babasını öldürmesi" ve bunun ardından teşekkür etmesi.(Resim 10&11)


 Resim 10
Resim 11

Hatırlarsınız ki Ben'in ilk hocası(aynı zamanda dayısı) Luke Skywalker bunu yapmamıştı, babasını yani Ben'in dedesini, Vader'ı kendi isteğiyle öldürmemiş ve sonunda bu sayede Karanlık Taraf'a geçmemişti. Sidious da bildiğiniz gibi Luke'u Karanlık Taraf'a çekmek için çabaladı ve başaramadı. İşte bu yüzden başaramadı, Luke'un babasına olan sevgisi bunu imkansız kıldı. Sidious işte tam burada ilk defa kaybetmişti fakat şimdi Sidious'un yeni öğrencisi, Luke gibi olmadığını kanıtlamak için babasını öldürdü, ustasının(Sidious'un veya Snoke'un farketmez) daha önceki öğretilerinin izinden giderek içindeki Aydınlığı tamamen yok etti. O Luke gibi değildi, çünkü o Karanlık Taraf'a hazırdı ve istekliydi, o Karanlık Taraf'ı elinin tersiyle itmek yerine içinde istiyordu, hükmetmek istiyordu, Güç istiyordu!

En son olarak bu kadar delilin sonucunda Snoke, bana göre kesinlikle Sidious'tan başkası değil...

Okuduğunuz için teşekkürler. Teori hakkında yorum yaparsanız sevinirim...

11 Temmuz 2015 Cumartesi

La bu John Connor size ne etti gardaş?

Öncelikle söze girerken baştan şunu söylemek istiyorum, film izlediğim en iyi Terminator filmiydi. Ceymis Kamuran (A.K.A James Cameron) abimizin de röportajında belirttiği gibi gerçekten 3. Terminator filmiydi kendileri...

Zamansal algımızı tamamen karıştırıp, bizi paradoksların içinde bırakan bir film olmuş, senaryo gerçekten çok çok iyiydi. Filmin geri kalanına daha sonra değineceğim ama tek bir şey dışında çok çok iyiydi demem gerek daha doğrusu. O şey ise John Connor...

Söze daldan atlayarak falan gireceğim kusura bakmayın ama sen koskoca John Connor'ı al, Skynet'in köpeği yap. Oldu mu lan bu, nasıl iş olum bu? Böyle John Connor mı olur lan?! (Bkz: Resim 1)

(Resim 1)

John Connor dediğin yüzünde yarasıyla, elinde geleceğin silahıyla, bazen yalnız bazen direnişiyle, bazen canı kanı kankası babası Kyle Reese'le(Bkz: Resim 3) makinelerin korkulu rüyası, avcısıdır! (Bkz: Resim 2)

(Resim 2)

(Resim 3)

Şuana kadar John Connor'ı oynayan aktörleri artık sayamıyoruz, filmidir dizisidir şusudur busudur haddini aştı bunu hepimiz biliyoruz ama Jason Clarke bana göre en iyi John Connor'dı, En son Christian Bale felaketinden sonra gerçekten karşımıza adam gibi bir John Connor çıkarabilmişler demiştim ta ki John Connor'ı önümüze bir makine olarak koydukları ana kadar. Çocukluğumuzun kahramanını alıp kötü adama dönüştüren bu zihniyeti kınıyorum! Fakat filmin başlarında gelecekte ki Skynet'e saldırıyı yöneten John Connor direnişe gaz verme konuşmasını yaparken tüylerimin diken diken oluşunu hala hatırlıyorum sayın seyirciler...

Neyse John Connor'ı bu kadar eleştirdiğim yeter, odamda oturmuş sigaramı tüttürürken kapıyı yeniden programlanmış bir T-800'ün kırıp beni John Connor'a hakaretten öldürmesini istemem doğrusu...

Gelelim filmin geri kalanına, gerçekten nereden başlasam bilemiyorum. O kadar iyi bir film izledim ki, tek saniyesinde bile sıkıldığımı hatırlamıyorum.

Öncelikle Moruk'tan(Kim olduğu bilinmeyen bir abimiz tarafından yeniden programlanıp Sarah Connor'ı 9 yaşından itibaren korumak için geçmişe gönderilmiş bir başka T-800) başlamak istiyorum filmi övmeye. "Yürü be Arnold, kim tutar lan seni!" diyerekten başlayalım... (Bkz: Resim 4)

(Yazının buradan sonraki kısmını bunu açıp okuyun.)

(Resim 4)

Asalete bakar mısınız? Şu duruşa bir bakın, karşınızda Old Men T-800! Altını çizerek söylüyorum: Moruk ama antika değil...

Genç T-800 gelecekten gelip apaçilerden donlarını istiyordu ki bir baktık elinde pompalısıyla bir yiğit geliyor uzaklardan. Sıktıkça sıkıyor genç versiyonuna, öyle bir girişi vardı ki hala aklımdan çıkmıyor. Sonra başlıyorlar kavgaya, eşi görülmemiş bir kavga belkide, T-800 vs. T-800... (Bkz: Resim 5)

(Resim 5)

(Bu arada siz sormadan ben söyleyeyim, terminatorler yaşlanmıyor fakat üstlerindeki orijinal insan dokusu olduğu için görünüşleri gün geçtikçe yaşlanıyor.)

Kavgaya kendimizi tam kaptırdığımız anda arkada 50 kalibrelik bir sniperla gözümüzün nuru Sarah Connor beliriyor ve bir anda T-800'e öyle bir sıkıyor ki hık bile diyemeden gözlerinin kızıl ışığı sönüveriyor. Meğersem kendisi baya baya ölüm meleği olmuş bile, o kadar ölüm meleği olmuş ki Kyle Reese'i bile T-1000'in elinden tereyağından kıl çeker gibi kurtarıp T-1000'i yok ediyor yahu kızımız... (Bkz: Resim 6)

(Resim 6)

Linda Hamilton'a haksızlık etmem asla, en iyi Sarah Connor oydu ama Emilia'nın da hakkını yememek lazım şimdi, gerçekten muhteşem oynamış...

Ayrıca a dostlar şuana kadar hem ejderha hem terminator beslemiş kaç aktris var piyasada allaşkına?

Moruk(Yaşlı T-800) Sarah'ı 9 yaşında gelecekten gelen T-1000'den kurtardığından beri resmen Moruk, Sarah için bir baba gibi olmuş. Aralarında ki bağ o kadar kuvvetli ki, Sarah onun için kendini tehlikeye bile atabiliyor. Tam bir takım olmuşlar işin doğrusu, mükemmel bir takım... (Bkz: Resim 7)

(Resim 7)

Öte yandan Moruk'un bazı sahneleri gerçekten insanın içini burkuyor, o kadar iyi bir karakter tasarlamışlar ki hemen kanınız kaynayıveriyor. Moruk'a bir şey olunca sanki size olmuş gibi oluyor... (Bkz: Resim 8)

(Resim 8)

Skynet'e gelince, asıl bomba burada! Bizim şu doktor nam-ı diğer zaman lordu gelmiş burada da Skynet'in canlı kanlı hali olmuş. Çok rolü yoktu ama role yakışmış doğrusu Matt Smith, tebrik ederim kendisini. (Bkz: Resim 9)

(Resim 9)

Eklemek istediğim 2 şey daha var, gerçekten İYİ olmuş şeyler;

1. T-800'ün donlarını almaya çalıştığı apaçilerin sahnesi bize bir nostalji yaşattı. (Bkz: Resim 10)

 (Resim 10)

2. Diğerinin aksine Bir asyalı olduğu her halinden belli olan fakat yine aynı şekilde bir polis olan T-1000 görmeye değerdi... (Bkz: Resim 11)
 (Resim 11)

Her şeyin ardından belki de hiçbir zaman aklımızdan çıkmayacak o T-800'ün yapmacık ama bir o kadar içten gülüşü, beni kahkahalara boğmaya yetmişti... (Bkz: Resim 12)

(Resim 12)

OKUDUĞUNUZ İÇİN TEŞEKKÜRLER!













13 Mayıs 2015 Çarşamba

Karmaşa

Çıldıran bunca insan içinde, bu karmaşanın içinde küçük bir adamın ne şansı var ki yaşam uğruna? Ne şansı var acaba küçücük bir zihnin bunca kötülüğün içinde a dostlar söyleyin bana? Yanan bir ormanda küçücük tek bir ağacın kurtulma şansı sizce nedir? Yoktur değil mi? Bir mucize olmaz ise yoktur evet. Böyle mucizelerde her gün karşısına çıkmaz o adamın, bir kere çıkar ve gider. Gittiğinde ise bir daha da karşısına çıkmaz. Mucize bitmiştir, adam düştü...

Adam yaşamaya kalkıştı bu karmaşa içinde, toprağa düştü yüzü adamın. Kalktı tekrar, tutundu zarif bir dala ama bıraktı. Kırmaktan korktu onu ve bıraktı. Kendi çabasıyla kalktı ayağa. Sonra Sağlam görünümlü bir dala tutunarak iyice ayağa kalkmaya çalıştı ki ne olsun? O dal kırıldı ve adam tekrar yüzünü toprağa gömdü. Adam yine düştü...

Adam hiç olmadığı kadar acı çekti, acıyı kardeş belledi bu andan sonra. Acıdan güç almayı öğrendi ve acıyla bir bütün oldu. Artık o yıkılmaz bir duvardı. Onun duvarını balyoz ne kadar kuvvetli olursa olsun yıkamazdı artık. Ama özel bir balyoz vardı, o balyoz vurdu, duvar yıkıldı. Adam yine düştü...

Adam aldı duvarın parçalarını, harcının içine acıyı koydu, üstüne öfkeyi ve nefreti koydu bu sefer farklı olarak. Adam duvarını yeni baştan yaptı, tüm dalları korkmadan kırdı ve ayağa kalktı. Adam tam artık bitti derken, ayağı farklı bir dala takıldı yerde. Adam yine düştü...

Adamın kaderi düşmekti belki de?...

Ama adam her düştüğünde kalkmasını bildi, her düştüğünde daha güçlü kalktı adam. Hiç yorulmadı bu karmaşanın içinde. Düştü ve daha güçlü kalktı. Yine, yine, yine ve yine düştü ama her seferinde bir öncekinden daha hızlı kalkmayı öğrendi. Adam artık yenilmezdi...


7 Mayıs 2015 Perşembe

Sevgi

Bir gezegen düşünün, içinde milyarlarca canlının yaşadığı. Fakat o gezegende ki milyarlarca canlı içinde sizin için var olmuş bir canlı gözünüze illaki çarpacaktır. Sanki o sizin görüşleriniz alınarak var olmuş ki bu varoluşa ister tanrı, ister evrim, isterse herhangi sikten bir yaradılış saçmalığını öne sürebiliriz fakat görünenin karşısında zihnimiz tek bir cümle ortaya atacaktır:

"O benim ve onun için yaşayacağım."

Hah... Buna inandın mı peki? O senin falan değil aptal, hiç senin olmadı, sen bile senin değilken bir başkasının senin olmasını nasıl beklersin be adam?! Yaşamak mı? Yaşamın ha, nerede peki bahsettiğin bu yaşam? Bak önüne ve kaldır göğe şimdi pislenmiş ellerini, Tanrı'ya küfret!

"Neden buradayım, niçin bu kadar acı içindeyim seni orospu çocuğu ve o niye yanımda değil ha?!" diye haykır...

Yazık, yeni baştan yazık sana, bana, ona. Yazık herkese ve her şeye. Yazık Dünya'ya içindeki birçok caniyle yanıp kül olurken, bir karanfilin kokusuyla gelen bir ölüm gibi.

Kavramlar, bilgiler, öğrenilen her şeyin veya milyarlarca yıllık evrenimizin ve insanlık tarihimizin destansı sayfalarında gizlenen tüm gerçeğin ardından zihnimize baktığımızda bir şey görüyorum. Doğduğumuz günden itibaren oraya konulmuş bir bilgi, belki kader diyeceğim buna. Kadere inandırabilecek, Tanrı'nın varlığını sorgulamamamı sağlayacak bir etmen bu. İnsanlığı kötü olan her şeyden arındırıp kurtaracak, bitmeyen yolların sonunu getirecek, evrensel bir etmen. Günümüzde buna sevgi diyorlar ve sevginin önünde durabilecek bir güç yoktur dostlarım.

Şimdi ise kollarını açıp daha temin küfrettiğin belki inanmadığın o Tanrı'ya belki de "Sevgiyi geri istiyorum, lütfen bana onu geri ver, tek istediğim bu." diyeceksin.

Ölüm anında sevdiğiniz her bir insan gözünüzün önünde canlanır derler, peki ya biz bir insanı her an gözümüzde canlandırıyorsak ki bu insan o halde bizi her öldüğümüzde diriltiyor olmaz mı?

"Sevginin ne olduğunu gördüm, çok iyi biliyorum." diyen adam yalan söylüyordur. Sevgi anlaşılmazların belki de en büyüğüdür. Sevginin tanımını yapacak olursak iki farklı yol vardır:

Bunlardan ilki Hallelujah'dan örnek vermek gerekirse: "Aşktan öğrendiğim tek şey silahını senden önce çeken birini nasıl vuracağın oldu." cümlesidir.

İkincisi ise dostlarım gerçek sevgidir ve bunu anlatmaya kimsenin ne kalemi nede aklı yeter. Sonsuzdur, evrenseldir, barış içindedir bu sevgi...

O sevgi hepimizin içinde var fakat bunu daha görebilmiş bir adam veya kadın benim şahsi görüşümle çok azdır belki de yoktur.

Sevgiyi arayıp bulmamız lazım, sonunda yok olacak bu insanlığı ancak sevgi kurtarabilir...


6 Mayıs 2015 Çarşamba

Afiş Tasarımlarım

http://darthmufa.deviantart.com/





Afiş Tasarımlarım


http://darthmufa.deviantart.com/
















Afiş Tasarımlarım

http://darthmufa.deviantart.com/









30 Nisan 2015 Perşembe

Yaşamın Doğası

Birinin kalp atışını özleme sakın, sakın özleme birinin sana bakınca kaçan gözlerini. Özleme sarıldığın mis kokulu o teni, özleme düşlerinde bile seni rahat bırakmayan o saç tellerini. Özleme ki acımasın kalbin, yüreğin...

Tertemizdi, pürüzsüzdü sevgiler. Yeni doğan bir kuzunun yavrusu, yeni açan bir karanfil gibiydi hayaller. Ağaçların yüce gölgesinin arkasında Güneş'ten saklanırken, Güneş'i arayan insanlardık biz. Ay'ın ışığını görmek için yüce dağlara tırmanırdık. Ne oldu da acaba insanlık bitti? Sahiden bitti mi onu bile bilmiyorum. Belki ben bittim, belki de sen. Neyin nasıl olduğunu anlamak için bana gereken bilgi, artık yok. Bilgi belki de yaşatandır bizi bu şekilde. Bilmek, inanmaktır belki de has olan. Peki ya, peki ya azizim inancın yıkılınca ne olacak? Bildiklerin aslında hiç bilmediklerin olunca sana soruyorum ne olacak?!

Kırmaktan korktuğumuz o uçurum kenarındaki dallara tutunacağız. Narsistliğin basit yolunda, uzun adımlarla ufuğa zıt şekilde karanlığa gideceğiz. Öfkeyi zihnimize kural bilip, düzeni nefretle sağlayacağız. Düşünerek değil içgüdüyle hareket edeceğiz çünkü bildiklerimiz yanlış, inandıklarımız birer yalan. Yaşamımız bilgisizlikle son bulacaksa, yalanla yok olacaksak her canlı gibi içgüdüye, yaşama isteğine bel bağlayacağız belki de. Hatta ve hatta belki de falan değil, bizzat içgüdüleriyle hareket eden bir hayvan gibi olacağız. İçimizde bizlerde birer hayvanız sonuçta.

Taş masaya çelik kılıçlarımızı vurup haykıracağız o binbir yüzlü insanlara. Yüzlerine birer tokat gibi kendimizi vuracağız. Yanan bir gözün bakışı veya kör olmuş bir aslanın içgüdüsü gibi bizlerde saldırganlaşıp önümüze çıkan her güzel şeyi birer paçavra gibi yırtıp atacağız. Zihnimizde yalnızca silüetleri kalan, gün geçtikçe yok olup birer yabancıya dönen insanları bir gün tutup kendi ellerimizle boğacağız. İçgüdüsel olarak, bir hayvan olarak kendimizi korumanın temelini atacağız ve yaşamın doğasının farkına varacağız...


7 Nisan 2015 Salı

En Büyük Esaretimiz

En büyük esaret nedir? Sözlerimizin kısıtlanması mıdır, sömürge altında yaşamak mıdır, kanunlar mıdır veya herhangi bir saçma sapan aciz insan aklından çıkma fikirler midir? Herkes bir seviye kendi potansiyelinde özgürdür aslında, kendi zihninde fakat bizim esaretimiz doğmadan, yaratılmadan önce başlar. Zihnimizin yapabileceği veya düşünerek aşamayacağımız öyle büyük bir esaretimiz vardır ki bu sadece insanoğlunun değil Dünya adını verdiğimiz, evimiz olan bu gezegende ki yaşayan tüm canlıların ortak esaretidir. Bunun adı bir nevi günümüzden yaklaşık 3 asır önce fiziğinin şekillenmesini sağlayan insanların içinden belki de en büyüğü olan Isaac Newton tarafından konulmuştur, adı Kütle Çekim Yasası'dır. Bu yasayı bir dayanak olarak adlandırırsak adı kısa bir tabirle Yer Çekimi'dir. Sizin, benim veya onun en büyük esareti yerçekimidir. Kabul edin veya etmeyin ben inanıyorum ki insanoğlu esaretini ancak Dünya dışında başka herhangi bir yerde doğduğunda kaybedecektir.

Doğduğum günden beri tek bir şeye inandım ve tek bir şey istedim. Dünya'nın bizler için bir hapishane olduğuna inandım ve Dünya'dan biran önce kurtulmak istedim ve hala istiyorum. Biraz bilim kuru gibi mi geldi? Hayat aslında bir bilim kurgudur zaten. İnsanoğlunun uzaya çıkması veya Ay'a attığı ilk adım, esaretin biraz olsun yıkıldığını gösterir bize. Bildiğimiz üzere Yuri Gagarin insanlık tarihinde uzaya çıkan ilk insandır ve bunu anlatmak için şunu söylemiştir: "Burada bir Tanrı falan göremiyorum." Dünya'dan ilk çıktığımız anda bir esaretimizden kurtulmuş olduğumuzun en büyük kanıtı Yuri Gagarin'dir. Bunun ardından Ay'a ilk ayak basan insan olan Neil Armstrong'un söylediği söz çok büyük bir anlam içerir. Derki: "Bir insan için küçük, insanlık için dev bir adım." Yani bu, Dünya haricinde herhangi başka bir kara parçasına, kütleye ayak bastığımızda esaretimizden biraz daha kurtulduk demektir. 

Yüzyıllardır bizler, insanlar, en büyük hapishaneden çıkmak için farklı farklı çözümler arıyoruz. Bu fikri yıllar öncesinden hayal edip, yazıp, çiziyoruz.(Jules Verne - Ay'a Yolculuk bunların başlıcasıdır.) Yeni icatlar geliştirip, yeni keşifler yapıyoruz. Bunun üzerine sayısız sanat eseri ortaya koyuyoruz.(Bilim Kurgu) Size yüzlerce eser sayabilirim bunun hakkında, en büyük hayalimiz bu hapishaneden kaçmak, bunu biliyoruz.

Yaptığımız ve yapmak üzere olduğumuz her şey artık yüzyıllardır süren esaretimizden kurtulmak için ve yapabileceklerimizin bir sınırı yok, buna inanıyorum ve güveniyorum. Esaretimizden kurtulacağımız gün yakındır!





1 Mart 2015 Pazar

O İnsan

Kadere inanmaya başladım artık şu son dönemlerde. "Ah kader, kanlı kader!" dediğim günlerde oldu yalan söyleyecek değilim, ya da inanmadığım bir tanrıya "Sevgisini geri istiyorum..." diye yalvardığım o günler. Abuk subuk insanların abuk subuk neşelerini kendime düşman ilan etmiştim, bencil bir pislik gibi. Banklarda yatıp, o bankta kaç paket bitirdiğimi, kaç şişe devirdiğimi hatırlamıyordum bile zaten. Koşturmaktan yorulmuş bir koşucu gibi ne yapacağımı bilmiyordum. Sonra bulutlar çekildi, Ay yeniden çıktı ortaya o kapkaranlık gökyüzümde. Kaderdi belki, belkide tanrının bana bir lütfuydu. Her ne ise ama tekrar koşmamı sağlayan da oydu aslına bakarsanız.

Aragorn'un destansı bir şekilde Ölüler Ordusu'yla gelip günü kurtardığı gibi, benim günümü kurtaran da o melekti işte. Şimdi kim ne derse desin Dünya güzel bir yer, yaşamak zor ama güzel. Belki de yanımdaki insana bağlıdır güzel olan şeyler, kim bilir. Bazen karanlığı sevdiğim, bazen ise aydınlığı aradığım bir dünyadayız. Kalkıp gitmek mümkün değil, huzur dediğim şeyin dorukları o insanın yanında mümkün.

O insan ki beni en mutlu anımda mutsuz, en mutsuz anımda mutlu edebilir. Yaşattığı güzelliğin veya acının bir sınırı olmayabilir. Ama bunlarında ardından tenine dokunduğum anda hissettiğim o şey, hayatımda ki tüm acılara bedeldir. Ölümü bile es geçip, ona odaklanırım. Deliliğin başladığı yer tam da burasıdır, yani onun yanı.

Şimdi söze nasıl girerim bilmiyorum, kelime haznem geniştir ama kelimeler anlamını yitiriyor. İçimdekini anlatacak bir kelime yok, bir anlam yok. Ben bu blogda ne yazdıysam zaten o insanı referans alarak yazdım, o insan benim ilham perim...

Şimdi bir zaman yolcusu için geçmiş, gelecek veya bugün neyse benim içinde o insan odur. Yaşadığım ve yaşayacak olduklarım, ondan ibarettir. Gökyüzü benim için onunla çevrilidir, ne zaman yukarıya baksam onu görürüm. Yeryüzü odur, ne zaman aşağıya baksam gene onu görürüm. İçtiğim her sigaranın veya her kadehin adı odur. Gittiğim her filmin, okuduğum her kitabın, dinlediğim her şarkının, izlediğim her dizinin, çizdiğim her resmin, yazdığım her yazının, aldığım her nefesin ve yaşadığım her günün adı o olduğu gibi...

Bir anne şefkatiyle, bir denizcinin denize olan aşkıyla, yaşanılan tüm duygularla, bildiğim veya bilip bilebileceğim tüm gerçeklerle, ölüm anındaki bir insanın yaşama içgüdüsüyle, tüm varoluş veya yaradılışla, bir şövalyenin ülkesine olan bağlılığıyla, hayata yeni gözlerini açan bir bebeğin yüzündeki o masumlukla. Seviyorum onu Nazım'ın, Piraye'ye olan aşkıyla...






feedburner facebook twitter youtube google+ feedburner
feedburner